MEVSİM GEÇİŞLERİ
Pencerenin önünde oturuyorum. Boyaları dökülmüş, eskimiş iki kanatlı bir pencere önünde, paslanmış korkuluklar ardından “hayat”ı izliyorum. Avluya “hayat”, derdi ninem.
“Asya’m, süpürgeyi al gel, ‘hayat’ı süpürelim.”
Çocukken çok tuhaf, kaba gelirdi kulağıma. Büyüyünce anladım kelimenin inceliğini. Çünkü birçok kadın için yaşam, duvarlarla çevrili bu ‘hayat’tan ibaretti. Ninemse ‘hayat’ını gücünün yettiğince, kendince güzelleştirmişti. Sol taraftaki sevimsiz küçük taş duvara sarmaşıklardan taç yapardı. Önüne yediverenler, gecesefaları, kadifeler ekerdi. Baktıkça benim de içim çiçeklenirdi. Geriye kalan duvarlar kerpiçtendi. Onları da kireçle badanalardı. Bembeyaz ve çiçek kokulu olurdu hayatımız.
Şimdi bahçemizi kuru otlar sarmış. Yağmurlar, duvarların makyajını akıtmış. Kerpiçler, güneşte dökmüş derisini. Ninem, ‘hayat’ı süpürmeyi bırakmış. Çünkü ninemin mevsim geçişleri başlamış.
Gözlerim doluyor. Şair; bugün, burada yanılıyor. Penceremden ne kuş ne de gök doluyor içime. Ninemin sesiyle mevsim değişiyor.
“Elin adamını eve mi aldın kız! Utanmaz. Yollu musun sen? Nenem demişti zaten okuyunca kızların gözü açılır. İpe sapa gelmezler, demişti. ”
Bu laflar ninemin ağzı değil. Kendi ninesi kaçmış içine belli.
“Anne, Arif ya o. Benim kocam.”
Babam “tövbe estağfurullah,” diye iç geçirdikten sonra anneme söyleniyor.
“Emel, köy iyi gelecek dedin. Getirdin anneni ama bunun gidip gelmeleri iyice arttı.”
“Ne yapayım Arif, kadın dört duvar arasında bunaldı iyice. Bahçede nefes alsın. Evde de böyleydi sizin haberiniz yok,” diye babama çıkıştıktan sonra annesini ikna edeceğine inanarak devam ediyor ona açıklama yapmaya:
“Bak anne bu da kızımız. Sen koymuştun hani adını. ”
Ninem, bu zamanda olmayan bakışlarını bana çeviriyor. Kendi muğlaklığımla yüzleşiyorum sanki. Ürküyorum. Gözleri, beni anlamlandıramıyor. Çektiği fotoğrafı yerleştirecek bir yer bulamıyor zihnindeki duvarda.
Annem duramıyor. Ninemin zihnine çomak sokmaya devam ediyor.
“Anne, senin adını koyalım demiştim. Sen de ‘Ben adımdan ne hayır gördüm ki?’ dedikten sonra şöyle bir düşünmüştün. Asya olsun o zaman, demiştin hatırladın mı?”
“Asya,” diyor ninem. Yemenisini açıyor. Annemin banyodan sonra ördüğü, incecik beyaz örgülerini okşuyor. Gözlerini halının göbeğindeki kırmızı motifte sabitliyor. Ben de ninemin daldığı motife çeviriyorum bakışlarımı. Gözlerim motiflerde gezinmeye onlardan suretler oluşturmaya başlıyor. Kuşlar, adamlar, üçgen kafalar uçuşuyor halıda. Gözlerimi kapatıp kafamı hafifçe sallıyorum. Suretlerden kurtulan gözlerim, ninemin vücudunda emanet gibi duran derisine gidiyor. Zamandan alacağını almış gibi olan gözleri yumuşacık hareket ediyor. Sonra bakıyorum kırmızı ve mor çiçekli eteğine. Elleri sımsıkı. Tırnaklarını ayasına batırıyor. Kaşları çatık. Zihninin gittiği mevsim çok sert. Yüzündeki vadiler derinleşmiş. Gözyaşları kurumasa bu mevsimde coşkun bir ırmak olup çağıldardı, eminim. Kara bulutlar kaplamış göğünü. Yağamıyor.
Ninemin aklından neler geçer, diye düşünürken dehlizlerimde buluyorum kendimi. İşsizliğimde, mutsuzluğumda, yalnızlığımda boğulasım yok. Kendimi çekiyorum içimden. Ninemi izlemek istiyorum. Onun unutmuşluğunu istiyorum biraz da. Eteği gibi çiçeklenmek istiyorum. Yaşlılığın, rengine lekeler sürdüğü gözlerinin mavisine boyanmak, ferahlamak istiyorum. Bakışları yerdeki motiflerden sandığa kayıyor. Kendimi bildim bileli sedirin hemen yanında duran, üstü dantel örtülü, oymaları yıpranmış, eski su yeşili kilitli sandığına. Başkalarının sandığına benzemez o. Bohçalara sarılmış çeyizler yoktur içinde. Birkaç defter, dört beş şiir kitabı ve dayımların eski, sararmış edebiyat kitapları.
Yazın köye gelince divan şiirleri okurdu bana o kitaplardan ninem. Bütün beyitleri açıklayarak hem de. Farklıydı o. Susuşuyla, duruşuyla, bakışıyla herkesten farklıydı. Bilirdim bunu. Mevsim geçişleri henüz başlamamışken oturmuştuk yine aynı yerde. Pencerenin tam önünde birbirimize dönmüştük. Susuşumdan anlamıştı. “Olmuyorsa zorlama kızım,” demişti. “Başkalarını da düşünme. El alemi hiç düşünme.”
Anlattım o gün. İçimdeki düğümleri pencerenin önünde tek tek çözdü ninem. İpimi de bir yumak yapıp elime verdi. “Hadi ör yeniden,” dedi. “Düğümlerin hafif izi var ama onu da sadece sen bilirsin. Örünce fark edilmez bu izler,” demişti. O gün örmeye başladım. Çok bir renk, motif yok hayatımda ama yine de benim bu örgü. Alıyla, moruyla, yeşiliyle; doğrusuyla, yanlışıyla; tamamlanmamış eksik motifleriyle benim.
Ninem benim en güzel öğretmenim.
Beni bu mevsimde hatırlamasa da gidip arkasından beline sarılıyorum. Örgülerini öpüyorum. Tepki vermiyor ama olsun. Ben başımı sırtına koyup gözlerimi kapatıyorum. “Huzur varsa buna benzer bir şey olmalı,” diye düşünürken birden demir kapıyı sarsan vuruşlarla irkiliyorum. Ninem “Gitmem eve,” diye bağırmaya başlıyor. Sağ elinde bastonu, dilinde besmeleyle Kiraz teyze içeri giriyor. Ninem birilerinden kolunu kurtarmaya çalışır gibi ellerini kendine çekiyor.
“Nene, işlerimi yaptım nene. Hiç iş bırakmadım evde. Vermeyin beni öğretmenim. Örgülerim! Acıyor.”
Ninem sakinleşmiyor. Bağırıyor, ağlıyor, dövünüyor. Kar fırtınasının içinde kalıyor. Gözü bizi görmüyor. Mevsim bahara dönmese de kış güneşi açar belki diye çaresizce bekliyoruz. Kiraz teyze eski komşusunun hâline ağlıyor. Dudağında mırıltılar. Belki de sonu nineme benzemesin diye Allah’a yalvarıyor. Ninem susuyor. Çelimsiz bedeni yorgun düşmüş, uzanıyor halının üstüne. Gözleri hâlâ sandıkta. Kapanıyor bir müddet içine. Öylece uyuyor. Başına yastık koyuyorum. Üzerine ince bir battaniye. Odada ikimiz kalıyoruz. Ben de yanına kıvrılıyorum.
Avluyu düşünüyorum. Kalkıp “hayat” süpürgesini alsam, diyorum. Avluyu bir güzel süpürsem. Hayatı güzelleştirmeye gücüm yetmese de çer çöpten arındırsam. Biraz çiçeklendirsem. Üşeniyorum. Kuru otları, ölmüş çiçekleri, yoldan geçenlerin attığı çöpleri düşünüyorum yeniden. Otları yolmak ya da “hayat”ı süpürmek korkutmuyor beni, biliyorum. Ortaya yığılacak çöpü atmaya gücüm yok. Nineme iyice sokuluyorum. İçime düşmemek için uykuya sarılıyorum.
Daldığım uykudan ninemin sesiyle uyanıyorum. “Asya, sandığın anahtarını getir.” diyor ninem. Aynı mevsimi yaşadığımızı bakışlarından anlıyorum. Anahtarı getiriyorum. Emekleyerek sandığın yanına geliyor. Açıyor sandığı. Önce kitapları çıkarıyor. Üst üste özenle dizerken, ben ölünce bu sandık da içindekiler de senin, diyor. En son eline Aytmatov’u alıyor. Dedemin, nineme aldığı en değerli hediye. Ninemin en kıymetlisi. Kitaba uzun uzun bakıyor. “Altınay başardı kızım. Ben yapamadım.” diyor derinden bir iç çekişle. Kitabı okşadıktan sonra diğerlerinin yanına bırakıyor. Sıra defterlere geliyor. “Bak sana bunları hiç okumadım. Benim yazdığım şiirler bunlar. Ölmemi bekleme. Bugün bunları al yavrum.”
Ninem hakkında her şeyi bildiğimi sanırken bu da neydi şimdi? Ben şaşkın şaşkın bakarken ninem defterleri de bir kenara istifliyor. En sonunda ince bir halat çıkarıyor. Yüzünü bana dönüyor. Bağdaş kurup ipi bacaklarının arasına bırakıyor. Kirpikleriyle okşuyor ipi.
“Asya benim öğretmenimin adıydı. Çok severdim onu. Çocuk, gördüğünün hayalini kurar. Bizim gördüğümüz öğretmenimizdi. Benim hayalim de onun gibi olmaktı.”
Ninemin gayselenmiş ellerini avucumun içine alıyorum. Koklayıp öperken “Ne güzel öğretmen olurdun sen.” diyorum. Bildiğim bir şarkıyı yeniden dinliyorum.
“Olurdum ya! Nenem olmasaydı olurdum. İlkokulu bile bitirmeme izin vermedi. O gün bana, gitme okula, dedi. Bir sürü iş saydı. Ben yaptım hepsini. Koşarak gittim okula. Öğretmenimin bana bu ipi hediye ettiği gündü. Küçücük okulun, demir kapısına vurarak girdi nenem. Tuttu çekti kolumdan. Öğretmenim engel olamadı. Salya sümük gittim eve.”
“Baban bir şey demedi mi ninene ya da sana?”
“Annemle babamın hiç hükmü yoktu ki evde. Susup kaldılar. O günden sonra da okula gidemedim. Nenem komşuya gittiğinde aldım ipimi, atladım. Sonra hemen sakladım. Güzel şeyleri sevmezdi nenem. Gülen insanı sevmezdi.”
Burada duruyor. Kafasını kaldırıp dedemin duvardaki fotoğrafına bakıyor. Kırık bir gülümseme yayılıyor dudaklarına. Anlatmaya devam ediyor.
“Sonra bir gün birileri geldi, gitti eve. Ben anlamadım. Annem çağırdı beni. Nenem konuştu. “Verdik seni,” dedi. “Evleniyorsun.” Annem bu sandığa çeyizimi koyarken, sakladığım yerden ipimi çıkardım. “Anne bunu da koy,” dedim. Nasıl kör bir umuttu bu. Sanki koca evinde ip atlayabilecekmişim gibi.”
“Dedemi sevdin ama değil mi nine?”
“Deden iyi adamdı. Sevdim. Ondan yana şansım güldü. Köyde kaldık. Sonra ilçeye taşındık. Kendi düzenimizi kurduk. Çocuklarımı büyüttüm, okuttum. Ama işte çocukluk doğduğun evde kalıyor. İpimin sandıkta kaldığı gibi.”
Dudaklarındaki gülümseme kayıplara karışıyor. Kendine gömülmeden çekip çıkarmak için elimi uzatıyorum.
Atlayalım mı beraber, diyorum nineme. Canı çekilmiş bir hâlde inançsız gözlerle bana bakıyor. Deneriz ninem, diyorum. Beceremezsek yere bırakırız ipi. Üstünden atlarız. Gülümsüyor ninem. Ayağa kalkıyorum. Tutup ellerinden kaldırıyorum onu. Sedire oturtup yemenisini başına örtüyorum. O sırada bir arı, kendini cama vuruyor. Niyeti yaşamak mı intihar etmek mi? Sorgulamıyorum. Camı acıyorum. Uçup gidiyor. Yaşamayı seçiyor.
Sandığı bomboş, odayı da dağınık bırakıp ninemle kol kola bahçeye çıkıyoruz. İçimizdeki “ah”larımızı atmaya gidiyoruz. Gücümüzü toplarsak belki “hayat”ı da süpürürüz.