.....

.....

Yaşam çiçəği – Züleyha Yılmaz

Yaşam çiçəği – Züleyha Yılmaz

YAŞAM ÇİÇEĞİ

“Şimdiden bir hatırasın
Bulutsa, tozsa, uçarsa
Bütün (aşklar) paranteze alınsın

Rüzgâr çanısın, rüzgârın diline dolanırsın”

Didem Madak

Günün üstüme yığdığı saçma sapan tüm telaşlarından sıyrılmak niyetindeyim.

Ayrıldığımızdan beri işe gitmedim. Bir aylık raporum bitmişti. Evin her köşesinde dışarıdan sipariş edilmiş yemeklerin boş paketleri, banyoda kirli sepetinden taşan çamaşırlar, lavaboların beyaz fayansı griden siyah renge dönüşmeye başlamıştı. Ev berbat hâlde, Nuh tufanı geçirmiş gibi. Artık onu düşünüp bu acıyı sonsuza dek yok etmek sonsuzluğa gömmek niyetindeydim. İyileşmek istiyorum. Kalbimin kırılmış parçalarını tamir edeceğim. Her gece uykuya dalıp tekrar tekrar yataktan sıçrayarak uyanmaktan yoruldum. Kitaplığın karşısındayım. İçindeki yüzlerce kitapla göz göze geliyorum tek tek… Yalnız birinin sesi içimi kanatıyor. Derste sorunun cevabını bilen o çalışkan öğrenci gibi bana sesleniyor “Ben, ben söyleyebilir miyim örtmenim?..” Bu sese kulak tıkamam mümkün değil. İçimdeki tüm sesleri susturuyorum. Didem Madak… Eski bir dosta bakar gibi ben de ona bakıyorum. Ah Didem, diyorum ne çok acı çektin, çektim. Usulca kitabın üzerinde ellerimi gezdiriyorum. İçinden rastgele bir sayfayı açıyorum. Sayfadaki kelimeler içime batıyor.

Sırlarım ortaya dökülecekmiş gibi… Uzaklaşıyorum. Didem’i düşününce kendimden çok ona ağlıyorum. Boğazımda bir yumru… İçimde yanan ayrılık ateşi karşı konulmaz bir hâl alıyor. Sonra balkona çıkıyorum. Mevsimlerden sonbahar ki bensonbaharı diğer mevsimlerden biraz daha fazla seviyorum. Eski bir dostu ziyaret eder gibi…

Balkonu yıkıyorum serin sular ayağıma değiyor. Babamla balkon yıkadığımız günler aklıma geliyor. Baba hortumu ben tutacağım, ne olur, diye sesleniyorum. Peki, diyor hortumu bana uzatırken; kafamdan aşağıya fıskiye yapıyor. Sular serin serin içime akıyor. Kırk derece temmuz sıcağında ne de çok serinliyorum. Yine öyle yapsam yüreğim serinler mi? Bilmiyorum. Aşk acısı her yaşta daha farklı etkilermiş, bilmiyordum. Tabii ya diyorum, ne sandın, bu aşk… Sana sürekli yeni şeyler öğretti, diye kendimle acı acı alay ediyorum. Balkondaki sandalyeye oturuyorum. Masanın üstü bir karış toz. Balkona en son ne zaman çıktım? O gelmişti. Sözde balkon sefası yapacaktık. Bol garnitürlü makarna yapmıştık. Keyifli bir film açmıştık bilgisayardan. Nereden çıkmıştı tartışmamız onu bile hatırlamıyorum. Sonunda yapamıyorum artık, dedi. Neyi yapamıyordu? Ne olmuştu? Zihnimde cevapsız sorular yankılanıyordu. Telefonunu ve arabasının anahtarını masanın üstünden alıp arka cebine yerleştirdi. Kapının sertçe kapatıldığını haykıran sesi ile kendime gelmiştim. Onun dokunmaya kıyamadığı bana kazdığı mezarın içindeyim şimdi.

Bilgisayarı masaya koyuyorum. Ayrılmış her kadın gibi bir aşk filmi izleyip önce filmdeki karaktere ağlamış gibi yapıp aslında kendi içime dönerek kendime ağlayacağım. Sanki bir aydır akacak gözyaşım kalmış gibi. Yüzüme doğru değen rüzgâr içime işliyor, hava serin mi? Bilmiyorum ama ürperiyorum. Üstüme bir hırka almak için odama gidiyorum. Odanın loş ışığında elime ilk gelen hırkayı alıyorum. Daha aydınlık bir alana geçince fark ediyorum. Elimde onun bana aldığı pembe hırka. Sıkıyorum. Geçmişin sonsuz sarmalına doğru hızla düşüp yere çakılıyorum. Ellerim acımaya başlayınca üşümemin etkisiyle hırkamı giyiyorum. Elim istemsizce boynuma, onun aldığı yaşam çiçeği kolyesine gidiyor. Ayrıldığımız hâlde bu kolyeyi neden çıkartmadım. Kabullenmek zor geldi belki de… Acıyı kapat. Yüreğinden dökülen gözyaşı bitene kadar… Onun için üzülecek hâlin bile kalmasın. Anılar belki silinir belleğinden… Onun için ne hâle geldin!

Yokluk, hiçlik içi boş bir çuval. Yüreğinde yaşadığın his her ne ise onu yaşa ve bitsin diyorum kendime. Cips dolu tabağım, patlamış mısırım ve asitli içeceğimi de masaya özenle diziyorum. Sevdiğim duygusal filmi açıyorum. Jennifer Aniston ağladıkçaben de ağlıyorum. Gözyaşlarım tükenene kadar… Jennifer sinirlenip kırmızı stiletto ayakkabısını ve siyah bedenini saran elbisesini giyip intikam almak için dışarı çıkınca aynısını ben de mi yapayım, diyorum. İçimden bir ses diyor ki “Burası Amerika değil.” Kendi gerçekliğime geri dönüyorum. Aramayacaksın.

Aramasını istiyor muyum? Bilmiyorum. Elim telefona gidiyor açma düğmesinebasıyorum, ışığı yanıyor. Aramayacak biliyorum yine de arama ihtimali üzerine beşbin senaryo yazıyorum sonra aramama ihtimali üzerine sekiz bin senaryo yazdıktan sonra aramayacağına emin oluyorum. Neticede gayet kesin veriler üzerinden hesap yapıyorum. Kendime gülüyorum şimdi bu aşkın hesabı bu mu yani, diye soruyorum.

Gülüşlerim istemsiz acı kahkahalara dönüşüyor. Kahkahalar birer dolambaç gibi benliğimi çıkmazlara sokuyor. Gözlerimden akan yaşlardan ziyade hıçkırıklarımın boş sokakta yankılanan sesi ile kendime geliyorum. Bir çeşit histeri krizi yaşıyorum. Durumum beni korkutmaya başlıyor.

Hiç sevmedi mi beni? Oysa… Ben niye aynı hatayı yapıyorum? Psikolog koltuğuna son oturuşumda “çocukluk travması” dedi. Çocuklukta yaşadığım şeyler gölge gibi beni bırakmayacak mı? Babamın bizi bırakıp gitmesi… Oysa beni ne kadar çok severdi, annemi de… “Neden?” diye yine bağırıyorum içimden babama doğru. Neden gitti? Ben hep çocukluğumun ayak izlerini takip mi edeceğim? Bu düşünce çiçek toplayan ellerime diken batırmaya yetiyor. İçime onun bir bıçak sapladığını hissediyorum. Yere bakıyorum, kanım damla damla balkonun beyaz taşlarına düşüyor.

Damlalar halk halka büyüyor. Halkaların içine doğru çekiliyorum. Gitgide kafam ve ruhum bana garip garip senaryolar düşündürüyor. Tüm bu daldığım karanlıklardan telefona gelen mesaj sesi ile çıkıyorum.

Heyecanlanıyorum. Ellerim titriyor, telefonu tutamıyorum, telefon elimden düşüyor. Ekran camı tuzla buz oluyor. Umurumda bile değil. Telaşla telefonu yerden alıyorum, mesajı açıyorum. Bir kozmetik firmasından gelen indirim mesajı. Az önce yaptığım onca hesaba rağmen hâlâ bekliyor olmak! Acizim. Sonra içim geçmiş, oturduğum sandalyede uyumuşum. Kapının zilinin sesi ile uyanıyorum. Bu saatte kim gelir ki?.. Mutfaktan bıçağı alıyorum. Kapının deliğinden bakıyorum. Bir kadın görüyorum, bıçağı yerine bırakıp açıyorum kapıyı. Bir katil gelmesi fikri daha çok hoşuma gitmişti. Anlamsız hayatıma bir son verilmesi fikri beni rahatlatmıştı belki de…Kapıyı açıyorum. Karşımda, karşı binadaki Azize teyze. “Akşamdan beri seni izliyorum şimdi rahatlar, şimdi durur derken izlerken yoruldum be kızım! Anladık o hayırsız hergele seni terk etmiş. Bir aydır da kendini eve kapattın.” Azize teyze olay yeri inceleme ekibindeki uzmanlar gibi her şeye hâkim, ben de bir suçlu gibi teslim oluyorum. Bir de elinde en sevdiğim cevizli tarçınlı kek. Üzerinde hâlâ dumanı tütüyor. En son ne zaman yemek yedim onu bile hatırlamıyorum. Midem ufaktan ses vermeye başlıyor.

Boynuna sarılıp yeniden ağlamaya başlıyorum. Biraz ağladıktan sonra boynundan ellerimi alıyor ve diyor ki “Yeter bak, beni de üzersin bu hâlinle, şimdi ben çay koyuyorum sen de elini yüzünü yıka, gel. Biraz sohbet edelim, açılırsın.” diyor.

Yüzümü yıkarken aynaya bakıyorum. Göz altı torbalarımdan yedi katlı bir apartman bile çıkabilir. Gelip koltuğa otuyorum, karşımda Azize teyze. Bir nevi “Yedi Kocalı Hürmüz”. Eşleri ile ilgili anılarını anlatıyor. Bir yerden sonra gülmekten gözlerimden yaşlar geliyor. Hah şöyle kızım, diyor. Erkek denen şeyi öyle ciddiye almaya gelmez, elini sallasan ellisi, diyor. Daha da çok gülüyorum. Acaba ben elimi hiç sallamadım mı? Azize teyze, diyorum yine bir kahkaha kopuyor odada. Üst komşum tak tak diye paspasın sapı ile yere vurunca tavana bakıyoruz istemsizce. Önce bir suskunluk. Kendimizi tutamayıp yeniden kahkahayı patlatıyoruz. Aman kızım; giden, gitmesi gerektiği için gitmiştir, sen önüne bak diyor. Zaman gece yarısını geçmiş.

Yeni bir ciğerci var şu bizim sokağı dönünce hadi gidip birer ciğer kebabı yiyelim mi, diyor. Neticede bir Antepliye de acılarını kebaba gömmek yakışır. Tamam, diyorum. “Ciğer bana ağır geliyor sanki.” Yok yok bir şey olmaz, o zayıf kalacağım diye ekmeksiz yediysen sana dokunmuştur, tabii kuş kadarsın. Şu diyet yapmayı da bırak artık. Biraz kilo al. Bir dirhem et, bin ayıp örter.” Tekrar kahkaha atıyoruz. Üst komşu biz çıkarken kapıya gelmiş. Kızgınlıktan yüzü kızarmış. “Hadi gel diyor, Leman Hanım, ciğer kebabı yemeğe gidiyoruz. Kızgınlığı birden azalıyor. Yemek deyince akan sular duruyor. “Bekleyin, diyor üstüme bir şey alıp geliyorum.” Ruhumu teselli eden bu kadınları seviyorum. Geceyi seyyar arabasıyla ciğer satan Ahmet Usta ile kapatıyoruz. Azize teyzenin şakaları ve fıkralarıyla sokak kahkahalarımızla inliyor. Göğsümün üstüne oturan öküz beni bırakıp gidiyor. Eve dönünce saçıma sinen kebap kokusu gitsin diye duşa giriyorum. Sular gözlerime değdikçe acıdan kıvranıyorum. Bunca acıya değer mi? Bir aşk ne kadar acıyı kapsamalı diye düşünüyorum. Sol yanımın acısı azalıyor. Nekahet dönemini bitirmiş bir hasta gibi iyileştiğimi hissediyorum. Duşta gider deliğine dökülen suların içinde o da vücudumdan akıp gidiyor.