.....

.....

EBEDÎ HAYAT – Aleyna Malkoç  (TRT 2 – Editör, Yazar, Çevirmen)

EBEDÎ HAYAT – Aleyna Malkoç (TRT 2 – Editör, Yazar, Çevirmen)

EBEDÎ HAYAT

Demek bir kez daha neticelendirmiştim bir uzun yarı ölüm hâlini. Dünyaya ait olamayacak güzellikte diye tasvir edebileceğim şairane masmavi bir göğün altında, yemyeşil ulu çınarların arasında uyandım. Kalktım ve yürümeye başladım mavi ile yeşilin birlikteliğindeki serinlikte. Derken o masmavi gök zindan karasına, yeşili huzur veren ağaçlar griliğe büründü. Cennetle cehennemi ayıran ince bir huduttan geçtim sanki. Bu sıcağı iç bunaltan yaz gününü cehenneme benzetmiştim benzetmesine ancak bu kadar gerçekçi olacağını hayal edememiştim. Yağmur yağacak ondan böyle oldu etraf, diye düşünürken birazdan dersimin başlayacağını ve bir an önce derse yetişmem gerektiğini hatırladım. Ama bir noktayı atlıyordum. Burası o her gün dinlendiğim koruluk değildi. O tarifi imkansız mekân değişmişti. Neler olduğunu kestirmeye çalışırken beynimde korkunç uğultular peydâ olmaya başladı. Gönlüm en derinine kadar sıkıştı. Karanlıktan fışkıran binlerce sesten biri ön plana çıkmıştı nihayet. Bu ses bir ademoğlunun olamazdı. Adımı haykırdı karanlığın içinden gelen ilahi ses: “Han Tuğra!” Artık iyice korkmaya başlamıştım. Kekeleyerek nidâ ettim: “Kimsin sen?” O ses yine gürledi: “Han Tuğra! Haklısın Han Tuğra. Cennetle cehennem arasında ince bir huduttan geçtim sanki diye geçirdin ya içinden… Evet, oradasın. Araf’tasın.” Beynimde şimşekler çakmaya, dimağımın en derinlerine yıldırımlar düşmeye başladı. O ilahi ses nereden bilebilirdi yüreğimden geçenleri? Hakikaten fani dünyaya veda mı etmiştim habersizce? Cennetle cehennem arasında ince bir hudut muydu burası?Arafta mıydım? Korku, acı ve yaşama erken veda etme fikrinin içimde doğurduğu melal ile inledim ağlamayla karışık. Nasıl olur? Ben derse gitmeye hazırlanıyordum. Darülfünunun koruluğundaydım. Nasıl olur? Nasıl olur? Çıldıracak gibi oldum. Tekrar peyda olan beynimdeki dayanılmaz uğultularla yere yığıldım. Gözlerim kapandı , uzun süren bir sükûnet hasıl oldu ve korkuyla açtım yine gözlerimi.O da ne? Bu kez başka bir yerdeydim. Durduğum yerin iki tarafında da ancak saraylara yaraşır iki dev kapı…Tepesinde hatlar karışmıştı. Okumaya niyetlendiysem de sökemedim bir türlü yazıyı. Yıllarımı adadığım, öğrenmek uğruna Moğolistanlara kadar gittiğim Göktürkçe değildi bu. Üstüne ne gazeller, kasideler söylediğim Osmanlı Türkçesi hiç değildi. Arabî yahut Fârisî imlalara da benzemiyordu. Bunları geçtim, dünyadan birer yazı olamazdı bunlar. Şaşırdığım şeye bak! Bu dev kapıların hiçbiri de dünyaya ait olamazdı. Mimar Sinan bile yapamazdı bu devasa kapıları. Delirmek üzereydim ki yine o ses gürledi: “Han Tuğra! Ahirettesin Han Tuğra. Ademoğlu öleceğine bir türlü anlam veremez, ölümün tek hakikat olduğunu çözemez derdi de Azrail; inanmazdım. Anlayacaksın artık Han Tuğra. Burası senin ebedi hayatındır.” Ve yeniden kayboldu o ses. Kaldım yine bir başıma. Bu ilahi ses, bu kapılar, bu yazılar, az evvel değişen mekân…kısacası buradaki her şey dünyanın maddiyatından birer parça olamazdı. Evet, kani oldum artık. Ölmüştüm ben ve ahiretteydim. Yapacaklarımı düşündüm, sevdiklerimi…Ve derin bir ah çekerek yürümeye başladım yeniden. Sonsuz katlar görünüverdi önümde. İleriden çok tanıdık şeyler çalındı kulağıma. Evet, evet. Bu ta lise yıllarında ezberlediğim, en sevdiğim divan şairi Fuzuli’ye ait Su Kasidesinin mısralarıydı. Yaklaştım onu okuyan bembeyaz siluetin yanına. Tam o sırada arkasını döndü bana. AmanAllah’ım! Yüreğim sökülüyor gibi hissettim. Karşımda Fuzûlî duruyordu. Yalnız beni görmüyor gibi devam etti aruz veznine uygunca okumaya.
“Dest bûsi arzusiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun ânunla yâre su.”
Bir edebiyatçı olmamın verdiği tabiiyetle, yıllardır hayıflanırdım. Çok yanlış bir çağda doğdum ben. Fuzûlî’lerle Bâkî’lerle aynı yüzyılda yaşamak varken, diye… Bu yüzden Fuzuli’yi karşımda gördüğüm için sevinmem lazımdı. Fakat sevinmek şöyle dursun, içimdeki korku bir çığ gibi büyüyordu. Ne kadar nankörüm diye kendime kızmadan edemedim. Yıllardır beyitlerini okuduğum, güya çok sevdiğim(!)şairin ruhunu görünce korkmuştum. Lakin artık korkmamın bir manası yoktu. Ben de maddiyattan sıyrılmış bir ruhtum bundan böyle. Ruh, ruhtan korkar mıydı hiç? Ben bunları düşünürken Fuzuli’nin ruhu kaybolmuştu. Bu kez başka bir şey çalındı kulağıma. Bu biraz önceki şiirin musikisinden, tadından çok farklıydı.Sinirliceydi biraz. “Şeyhülislâm olamadan göç ettik şu dünyadan. Alacağın olsun Kanuni! “diyordu çevresindeki diğer beyaz siluetlere bir başka siluet. Bir de baktım ki ne göreyim? Şairler Sultanı Bâkîydi bu. Sanırım ahiret hayatına alışmış olacağım, yüzümde bir tebessüm oluştu. Demek Baki’nin gözü açık gitmişti. Hâlâ şeyhülislâm olamadığına yanıyordu adamcağız. O esnada ilahi ses yine anlatmaya başladı: “Burası Araf’tan cennete geçişte şairlere ayrılmış bir noktadır. Onlar burada hasbihâl ederler.” Yıllarımı adamıştım bu şairlere, onların şiirlerine, kitaplarına…Nereden bilebilirdim bir gün onlarla karşılaşacağımı? Hayat işte…Maddi olan, dünyadaki “edebi” hayatım bitmişti. Şimdi ise “ebedi” hayatım başlamıştı. Bu kat kat gökleri geçince varacaktım kendi sonsuzluğuma. Yalnız bu katmanlarda daha çok kişiyle karşılaşacak gibiydim. Az ötede şen şakrak kahkahalarıyla etraftakilere bir şeyler anlatan Necip Fazıl’ın ruhunu gördüm. Yine gülmekten alıkoyamadım kendimi “Hiç değişmemişsin be Üstat! Hala okuduğum Necip Fazıl…” Bunlardan sonra uzunca vakit yürüdüm, yürüdüm.Uzunca vakit diyorum ancak zaten pek göreceli olan zaman, burada yoktu ki…Bedenine, canına erken veda etmiş, ziyadesiyle şaşkın körpe ruhum yalnızlıktan, düşüncelerden, dünyadaki mazisini düşünmekten sıkılmıştı. Biri daha çıksa ya şu üstatlardan demek suretiyle mırıldandım. Ölmeden evvel de böyle şom ağızlıydım. Karşıma birden hayranı olduğum-bayrak şairi-Arif Nihat Asya ve kopuzunun tellerini tıngırdatan Dedem Korkut Ata çıkıvermesin mi? Bu iki sevdiğim zatı görmüş olmamın verdiği heyecanla tir tir titremeye başladım. Arif Hoca şöyle diyordu Korkut Ata’ya : “Tanrı Dağlarında Kürşad Ata’nın , Kültigin’in ve nicelerinin önünde diz vurup kımız içeceğimiz, senin kopuzunun sesiyle cenk naraları atacağımız günler de gelecektir. Ey Dedem Korkut, işte o gün ruhlarımız şad olacaktır!” Dünyada rüyalarıma girmişti Arif Hoca. Onunla tanışıp elini öpüyordum bir tren garında. Kim bilebilirdi ki bir gün onu göreceğimi? Hem de tıpkı yazdıklarındaki gibi, hiç değişmemiş olacağını…Ömürlerini Türklüğe adamış bu iki ruh, ahirette de devam ediyorlardı Türklüğün yolunda ilerlemeye. Onlardan ayrılınca hüzünlendim. Ve çevremde birçok küme oluştu bu kez. Nazım Hikmet, dostları Kemal Tahir ve Orhan Kemalle birlikteydi bir tarafta. Diğer bir tarafta Karacaoğlan, Dadaloğlu ile saz çalıp deyiş söylüyordu. Ötelerden Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal ve niceleri görünüyordu belli belirsiz. Ve hepsi birer birer bir hayal gibi, aslında birer ruh gibi kayboldular. Yükselmiştim sanki. Artık yeni bir katındaydım uçsuz bucaksız semaların. Günahlarım geldi aklıma. Dünyada yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçti yaşlı gözlerimden. Dostlarım, ailem, uğruna hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığım edebiyat, kitaplarım, öğrencilerim ve niceleri… Ahiret de dünya hayatı gibi acımasızmış. Biraz hüzünlenmeme bile izin verilmedi ve dörtnala gelen atlıların arasında yığıldım kaldım. Bu kadarı da olamazdı. Atların üstündeki heybetli, yiğit adamlar -Göktürkleri adeta yeniden doğuran Kürşad ve onun sonraki kuşak torunları Bilge Kağan, Kültigin ile Vezir Tonyukuk’tan ibaretti. Arif Hoca da burada olsaydı diye geçirdim içimden. O an atlılar da silinip gitti önümden bir bir. Halbuki dünyada da her günüm onlarla geçiyordu, yirmi yedi asrın içinde yaşıyordum. Okuduğum kitaplarda onlarla bir oluyordum. Yeri geliyor onlarla omuz omuza çarpışıyor, yeri geliyor önlerinde el pençe divan duruyordum. Onları görmüştüm görmesine ama hepsi silinip gitmişti işte. Onların ardından birçok meşhur askerimiz, devlet adamımız, Türk büyükleri geçit töreni yaptı önümde adeta. Sonrasında uzun müddet yalnız kaldım. Sanki biri zorla gözlerimi kapatıyordu. Uyandığımda yine tektim. Fakat yalnızlığım çok sürmedi ve karşımda bir yüz canlandı. Asırlar önce yaşamış, hiç göremediğim bu kişileri tanımama imkan yoktu doğal şartlarda. Ancak mekanın ilahiliği üstüme sirayet etmiş olacak; tuhaf bir şekilde her gördüğümün kim olduğu gönlümce tanınabiliyordu. Sanırım bu kişi en şaşırtıcısıydı. Üniversitede araştırdığım Günî mahlaslı divan şairiydi bu. Dedemin hatıratında bulmuştum onun adını, yalnız onun divanının tek nüshasının nerede olduğunu yazdığı kısmının mürekkepleri karışmıştı. Onu çözmeye çalışıyorduk. Ölmeden evvel aklımı meşgul eden yegâne bilmece buydu. Antika evimizin çatı katında her gece, divanın nerede bulunduğunun yazılı olduğu kısmı çözmeye çalışıyordum. İşte karşımda bitivermişti Günî. Elinde tozlu mu tozlu, görende tarihten kopup gelmiş bir nesne izlenimi uyandıran kara kaplı bir kitap duruyordu. Üstünde de Osmanlı hatlarıyla “Günî Divanı” yazıyordu. “O divan nasıl senin eline geçebildi?” diye kükrediysem de o duymuyordu beni, tıpkı diğer ruhlar gibi. Sanki tayy-i mekân oldu. Etraf yine değişti. Üniversitenin o tanıdık, her gün dinlendiğim, yeşil ile mavinin müthiş bir ahenk oluşturduğu koruluğuna geri dönmüştüm. Gözlerimi zar zor açıp etrafıma bakındım ki ne göreyim? Can dostum yanı başımda oturuyordu. Haykırdım ve sarstım onu: “Sen de mi öldün yoksa?” Bir kahkaha patlattı ki duyanların hâlâ kulaklarındadır. “Sen yine uykuyu fazla kaçırmışsın, kendine gel dersin başlayacak. “dedi ve yine güldü arkadaşım. Beni kolumdan tutmuş okula götürüyordu ki birden gerçek zannettiğim düşüm canlandı gözümde. Özellikle de son kısmı. “Evet, buldum!” diye çığlıklar atarak eve doğru koştum. Şaşkın gözlerle ardımda tüm insanlar küçüldüler, küçüldüler. Nihayet varmıştım eve. Kan ter içinde çatı katına attım kendimi. Hakikat sandığım düşümde divanın nerede olduğu malum olmuştu. Hemen tavandaki bir noktayı açtım. Üstü tozlarla kaplı, beş yüz yıllık tarihten yadigâr divan oradaydı. Açıp okumaya başladım Günî Divanı’ndan bir gazeli :
“Gâhî ziba bir çehre, olur bazı afitâb
Meddâh oldu şuarâlar, üftâde et meni…”
-Mef’ûlü Mefâilü Mefâilü Fâilün- (GÜNÎ) “
Divanı bulmuş olmamın verdiği mutlulukla, düşüm vesilesiyle hatırladığım ölüm hakikatini bir beşere yakışacak küstahlıkla unutmuştum. Halbuki o gerçekçi düşte ne kadar da korkmuştum, ne duygu karmaşaları yaşamıştım. Bari bundan gayrı ölümün şah damarım kadar yakında olduğunu hatırlayayım. Yine de mutluyum. Mutluyum “edebi” hayatımın bitmemiş olduğuna ve tabi ki “ebedi” hayatımın farkına vardığıma…

-Aleyna Malkoç-
TRT 2 – Editör, Yazar, Çevirmen