.....

.....

RUHA YÜKLENEN CESET – Serpil Coşar

RUHA YÜKLENEN CESET – Serpil Coşar

“Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra her şey ve herkes çocuktan var oldu.”

Arkadaş Zekai Özger

Adeta melankoli kokan ellere sahip bir usta tarafından yeşile boyanmış bir odadaydık. Yıllara şahitlik eden vazonun altında, kırıldı kırılacak masaya dirseklerini dayayıp başını ellerinin arasına almış duruyordu Mahire Kadın sallana sallana.

Verdiğim haberden sonra başındaki siyah eşarbıyla ilkbaharda karların erimesiyle taşkınca akan bir dereyi andıran gözyaşlarını sildikten sonra derin bir iç çekerek ayağa kalkıp pencerenin önündeki tahta sandalyeye oturdu.
Önce başını kaldırdı, sonra ayağa kalktı ağır ve acelesiz hareketlerle. Perdeyi aralayıp pamuk yığını görünümdeki bulutlara gözlerini süzerek baktı. “Hepimiz gökyüzüne asılıyız. Nereye gidersek gidelim hiçbir yere ait değiliz. Hep havada asılı kaldık, hiçbir zaman yere ayaklarımızı basamayacağız.” dedi bilge bir ifadenin dinginliği ile. Azıcık durup düşüncesinin sonunu getirdi.
“Ta ki taşıdığımız yüklerin ağırlığı bizi zamansız bir dolu gibi önce yere sonra da yerin altına çalana kadar!”
Gözleri gözlerime değdi bir an. Acıdı gözbebeklerim… Ondan bana geçen acımtırak hissi gördüğünden mi bilmem, eğdi başını… “Biliyor musun?” diye sorarak devam etti pencereden ufka dalarak.
“Umudum, hayallerim ve beklentilerim derin bir uçurumdan yere çakılan bir vazo gibi parçalanıp dağıldı onun gelmesini yıllardır bu pencerenin önünde beklerken. Her gün biraz daha öldüm galiba ben fark etmeden. Bu bekleyiş öyle bir bekleyiştir ki her gün hem öldürür hem yine yaşatır insanı. Ölmekle yaşamayı istemek arasında bir vuslatı beklemek… Arafta, belirsiz, tarifsiz bir bekleyiş… Bu bekleyişin yanında…”
Duvardaki fotoğrafa daldığımı fark edip kesti konuşmasını sanıyorum. Oluşan sessizliği birkaç saniye içinde fark edince toparlamak amacıyla söze girdim.
“Affedersiniz, dalmışım. Ne diyordunuz?”
Devam etmedi. Bir iç çekti önce. Sonra duvardaki fotoğrafa baktı.
“İşte onun fotoğrafı. Tam kırk yıl önce o fotoğrafı çekilmiştik ailece. Bir bayram sabahı…”
Mahire Kadın, yüzü solgun, titrek elleriyle yüreğine dokundu. Oğlunun da bulunduğu fotoğrafı duvardan alıp göğsüne bastırdı. Birkaç kez öptü oğlunun simasının olduğu fotoğraftaki o ufacık yeri ve çerçeveyi bana uzatırken usulca anlatmaya başladı.
“Köye fotoğraf makinesi ilk defa gelmişti. O gün hepimiz ne kadar da heyecanlıydık poz verirken. Ev halkının ailece çekildiği ilk ve son fotoğraftı. Umut’um bayramlıklarını ne çok sevmişti. Daha on yaşında ya var yok. Babası iş için gittiği gurbetten getirmişti o kıyafeti. Getirmişti getirmesine ama Umut tam bir ay hiç giymeden bayramda giymek için sakladı onu. Hatta gece yatmadan önce bayramlıklarını yastığının altına koymuştu sabaha hazır olması için. Bayram sabahı heyecanla kalkarak bayramlıklarını giydikten sonra aynanın önüne geçip saçlarını taradı ve uzun süre aynanın önünde kendine baktı. Gözlerinde… O an gözlerinde gördüğüm aynadan bana yansıyan umuttan da öte bambaşka bir şeydi.
“‘Anne!’ diye seslendi. ‘Yakışıklı olmuş muyum? Askere gidip geldim mi kızlar bakar artık, evlenirim değil mi?’ dedi neşe ve umutla. O gün, yavrumun o sözleri hala kulağımda… Bugün gibi… O aynaya ne zaman baksam Umut’un saçlarını tarayıp uzun uzun aynada kendine bakışı ve bakışlarında gördüğüm parıltı gözlerimin önünden gitmiyor.
Umut, yedi kız çocuğundan sonra ilk erkek çocuğu olmuştu. Herkes çok sevinmişti onu. Hele de babası…
‘Artık benim de erkek çocuğum oldu! Soyumu sürdürecek oğlum oldu!’ demişti. Umut’u el bebek gül bebek büyüttük. Çok mutluyduk. İleride bize üzüntü bırakacağı hiç aklımıza gelmezdi.”
Azıcık durdu, sonra devam etti.
“Umut okumayı çok severdi. Kitap… İşi gücü kitaptı. Kitaplarla dolu bir odaya bırak, günlerce ne ekmek ne su… Bir şey istemez. Öyle bir çocuktu Umut’um. Babası, evimizin direği, Abbas… Abbas idi adı… Umut’unuzu okutmak istemişti ya hep bu yüzden. Burada okul olmadığı için kız kardeşimin yanına götürdü. Sınıflarını hep başarıyla geçerdi Umut. Onu okutmak için beş koyun satmıştı bizim bey. ‘Yeter ki oku sen oğlum, okulunun bitirip büyük adam olursan alırsın beş koyun, ne olacak?’ derdi. Ama göremedi ortaokulu bitirdiğini. Ölüp gitti Abbas’ım, Umut ortaokuldayken. 14 yaşında babasız kaldı evlatlarım.
Zekiydi Umut’um. En büyük serveti zekâsı ve çalışkanlığıydı ya… Parasız yatılıyı kazandı. Aslında yoksulluğumuzda bir boğazın eksilmesi belki önemliydi ama… Hepimiz için yine de çok zor oldu. Benim için daha çok zor olmuştu ondan ayrılmak… Hangi ana ister evladını uzakta, ha? Ama mecburduk. Bir yandan da iyi oldu ya… Burada olsa çobanlıktan başka ne yapacaktı?
Yine de çok zor oldu ayrılık, çok… Bir boğaz eksilmişti ama ya yüreklerimiz? Birkaç ayda bir eve gelirdi beni ve kardeşlerini görmek için. Çok özlüyordu bizleri… Gitmek istemiyordu yatılı okula. Bizden ayrılmak onun için çok zordu, hele ki babası da ölmüşken… Küçükken hep babasıyla uyurdu bir de. Ona sarılıp yatardı. Babasının pijamalarını yatılı okula götürdüydü. O pijamaları giyip yatardı yatılı okulda… Babasını hepimizden daha çok özlüyordu.”
Mahire Kadın, bunları anlatırken sesinde acı yüklüydü. Belki de ilk defa bu kadar uzun konuşmuştu Umut’una ilişkin. Normalde kendisini acısına verip kimseyle konuşmazdı tüm anneler gibi. Oturduğu yerden kalkıp oğlunun kapının yanındaki duvara yaslı kitaplığını işaret etti bana eliyle. Kalkıp yanına gittim. İkimiz de ayakta kitaplarla dolu rafların başında durduk. Dostoyevski’nin kitapları da vardı kitaplığında. Birini alıp bana uzattı. Kitabın sayfalarına uzun kısa birçok not almış, sanki yaralarını bu kitabın sayfalarına dökmüştü Umut. Sadece bu kitapta bile bütün sırları saklıydı sanki kısa ömrüne sığan.
“Adımı Umut koymuş ama… Babam, babacığım… Senin için mücadele ediyorum sadece… Senin üzerimdeki emeğin için… Ben okuyayım diye sattığın o beş koyunun parasıyla bir gün karşına çıkabilmek için… Yoksa adımla uyuşmadım, örtüşemedim hiçbir zaman… Kalbim, senin kadar benimle dolmadı. Nasıl olacak bu yoklukta, nasıl? Ya sen? Ya sen nasıl becerdin? Bunca yoksulluk ve sekiz çocuk arasında…
‘Yoksullar, yaratılışları gereği alıngandır’ demişsin Dostoyevski üstad ama… Bu şartlarda nasıl alınmayayım yaşayageldiğim her şeyden?”
Mahire Kadın, ben kitaptaki notlara dalmışken raftan bir defter buldu.
“Günlüğü…” dedi ve eline alarak evladından bir parçaymış gibi derin derin kokladı.
Kitaptan başımı kaldırdığımda göz göze geldik.
“Okur musun?”
Günlüğü elime alırken içinden bir fotoğraf düşüverdi yere.
“Sevdiği kızın fotoğrafı.” dedi Mahire Kadın ben yerden fotoğrafı almak için eğilirken. Usulca elime aldım. Gözleri yaz gecesi yıldızları gibi parlayan kız, fotoğrafta hiçbir şeyden habersiz tebessüm etmiş. Kaşları bütün doğallığı ile kalın ve yanaklarında gamzesi en az onun kadar gülümsüyordu bilmeden hayata ve dünyaya. Saçları siyah, iki tarafa atılmış bir dilber. Nasıl da güzel! Beyaz bluz, siyah kısa etek ve ayaklarında siyah ayakkabı ile sadelikten süzülen bir nahif duruş.
Fotoğraftaki güzelliğin tebessümü, durumun ağırlığına inat beni de tebessüm ettirmişti.
Mahire Kadın, fotoğrafı zayıf ve titrek elleriyle aldı “Kızım…” diyerek göğsüne bastırdı. Yüreği durmuş, damarları kanıyordu sanki… Odaya hüzün dolmuştu.
“Tanıştınız mı?” diye sordum.
“Tanımam mı, tanışmam mı? Bizim buralardan Aliye… Ailesini de tanırız, biliriz.”
İç geçire geçire anlatıyordu Mahire Kadın.
“Çok ağladı Aliye’m çok… Çok bekledi… İstanbullarda okudu, mühendis oldu ya… Hiç evlenmedi… Hiç… Hep aradı, sordu Umut’umuzu… Ben şimdi ona nasıl derim?”
Odayı kaplayan hıçkırıklar Mahire Kadın kadar beni de boğmuştu. Elini tuttum. Bütün anneler gibi, yüreği kadar sıcaktı elleri.
Elime alıp sayfaları karıştırmaya başladım. Umut’a dair bir şeyler bulmak umuduyla belki de… Askere gitmeden hemen önce yazdığı, attığı tarihten belli olan sayfaya kadar yavaş yavaş göz gezdirdim ve orada durup sessizce içimden okudum satırlarını.
“Yıllardır susuyorum ben… Bu yüzden söylediklerimin hangileri yüreğimde hangileri dilimde yer buluyor, karar veremiyorum. Umutla umutsuzluk, sevgiyle nefret arasında her birine hem uzak hem yakın… Ölümün gerçekliğini bilerek, hayatın zorluğunu, imkanların kısıtlığını fark ederek inatla yaşamanın tarifsiz ağırlığı…”
Mahire Kadın, beni duyuyormuş gibi okuduğum yerde oğlunun anlatmaya çalıştığı şeyi derinden duyumsayarak konuştu.
‘’Hepimiz ceset taşıyan birer ruhuz aslında…’’
Ben susarken o daldı gitti.

***

Abbas, karlı yolda nefes nefese koşarken çılgınca bağırıyordu.
“Kadıncık Nene, Kadıncık Nene!”
Karla kaplı patikanın sonundaki evin tahta kapısını delicesine yumrukladı.
Kapıyı yetmiş yaşlarında ufak tefek bir kadın açtı. Genç adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden konuştu.
“Hemen geliyorum.”
Kadıncık Nene adıyla ünlü kadın, köyün ebesiydi. Hızlıca hazırlandı ve Abbas’ın patikanın başında bıraktığı atlı kızağı ile yola çıkıp kısa sürede çığlık çığlığa bağıran Mahire’nin yanına vardılar.
Komşular bu gibi durumlarda birbirlerine destek olurlardı. Tek eksik ebe Kadıncık neneydi ve o da gelmişti. Tecrübeli kadın, komşularından bir başka kadınla beraber işe koyulmuştu. Bu sırada Abbas ve diğer çocuklar, Mahire’nin çığlıkları arasında sabır ve umutla bekliyorlardı dışarıda.
Dua ediyordu genç Abbas karısının her çığlığında…
Umut… Sadece umut vardı içinde… Kendi kendine söz verdi. İster erkek olsun ister kız olsun yeni doğacak evladının adını “Umut” koyacaktı.
Uzun süren çığlıklar yerini sağır eden bir sessizliğe bırakırken kaygılıydı Abbas. Sevdiği, Mahire’si en az yeni doğan evlatları kadar önemliydi onun için.
Sessizliği açılan kapıda beliren Kadıncık Nene’nin gülen sesi bozdu. Ses güler miydi bir insanın? Gülüyordu işte…
“Gözün aydın Abbas… Nur topu gibi bir oğlun oldu nihayet! Mahire de çok iyi… Zor doğdu ya, bu çocuk doğmamakta olduğu kadar yaşarken de dirençli olsun inşallah.”

***

Mahire Kadın sesimle irkildi.
“O kadar zeki ve akıllı bir genç… Üniversite düşünmedi mi hiç? Daha yirmisinde hemen neden gitti askere?”
“Sorma kızım,” dedi Mahire Kadın derin bir nefes alarak, “Hiç sorma!”
“Askerliğini tecil ettirmek yerine gidip gelmeyi tercih etti Umut’um… Söyledim, gitme dedim… Olsun ana dedi, illaki o askerlik yapılacak, çıksın aradan.”
Durdu Mahire Kadın, bir nefeslik…
“Aradan çıkan hayatlarımız oldu.” dedi. “Askerlik değil…”
Sonra kendisine verdiğim kâğıda tekrar baktı. Eve geldiğimde sözle ifade ettiklerimi tekrar duymak istercesine bana verdi.
“Benim okumam yok! Sen okur musun?”
Yavaşça aldım elinden ve tekrar duymak istediği yeri okumaya başladım.
“Otuz yıl önce askerliğini yaptığı sırada kaybolan oğlunuz Umut’a ait olduğu tespit edilen kemikler…”
Devam edemedim çünkü dayanamayıp haykıra haykıra ağlamaya başlamıştı. Sadece bedenimle değil bütün benliğimle sarıldım Mahire Kadına. En azından sarılmaya çalıştım bedenden öte bir duygu ile.
Ağlamamak için kendimle mücadele ederek…
Taşıdığı cesedi hafifletmek, acılı bütün anneleri kucaklamak umuduyla…