GELDİ Mİ VAKİT?
Bugün mü o gün? Geldi mi vakit? Senelerdir yatak odasında sabırsızlanan valiz sonunda toparlanıp evin kapısına kadar gelebildi demek? Ayaklandı. O cesareti buldu. Bugün mü? Şimdi mi? Geldi mi vakit?
Sus, söyleme!
Tamam oturalım. Mutfakta. Hay hay! Şu sandalyeye oturabilir miyim Aynur? Tam karşına. Gözlerinin içine bakabilir miyim?
Yirmi senenin hesabı bu akşam görülecek. Öyle mi? Valiz toplanmış. Giyinmişsin. Kabanını bile. O kadar?.. Masada tabakların şenliği yok. Ocağın üstünde yemek dolu tencereler yok. Kapıyı açar açmaz anladım. Salata kokusu çarpmadı burnuma. Beklenmiyor muydum? Onuruyla çıkıp giden ben mi olmalıydım?
Çocuklar? Onlar da kabul etti değil mi? Mutsuz annelerin sorumlusu her zaman babalardır. Babalar hep eksiktir. Hep yanlıştır. Çarpıktır bir şeyleri. Babalar hep fazlalıktır evde. Her an atılabilecek, görevini tamamlamış bir eşyadır. Çocuklar ve sen. Ben ayrı. Ben uzak. Ben yabancı. Onlar, sanki seninle evlenerek sana karşı işlediğim kabahatin yegâne tesellisiydi. Sana verebildiğim tek şeydi çocuklar. Vedat’ı kucağına aldığında o hastane odasında şaşkın şaşkın bakmıştın kucağındaki mucizeye. Sonra da tam karşında ağzından çıkacak tek saadet ifadesi için bekleyen bana. Nasıl, diyordu, şaşkın bakışların. Bu mucizeyi… Bu mu? Bu adam mı? Bu eğreti, bu çarpık koca mı? Siz kahvaltı masasında hafta sonları çocuklarla şakalaşıp gülerken yüzüme korkak bir gülüş yapışırdı. Sanki cılız gülüşlerimi istemezdiniz kahkahalarınızın arasında. Sönüp giderdi tebessümler yüzümde. Sen görmezdin bile. Kahkahalarınızı çoğaltmak isteyen ürkek gülüşlerimi. Yakışmazdı da. Ben evdeki eğreti eşya. Nereye otursam evde yanlış yere oturduğumu hissederdim. Beyaz koltukları kirletebilirdim. Televizyonun karşısı hep çocukların olurdu. Yeşil koltuğa sen uzanmalıydın. Nereye otursam suçluluk duyardım. Nereye otursam evde başkasının yerini almışım gibi bir his. Onları önden mi gönderdin? Ne dedi çocuklar?
Sus, söyleme!
İkimiz de seneler boyu bu anı bekledik değil mi? İçin için. Bilmeden. Sen haz duyarak. Ben kabuslar içinde. Boğazım düğümlenerek. Valizin toplanacağı günü. Oysa bir kez bile “Bir gün gideceğim.” dememiştin. Biliyordum. Biliyordun. Dememiştin hiç. Yine deme. Şu an bile.
Sus, söyleme!
Demeden git. Hatta ben eve gelmeden de gidebilirdin. Yok. Öyle olmazdı. İstemezdim onu da.
Annenlere mi? Ev mi tuttun? Bir otele mi? Yoksa?
Sus, söyleme!
Sabahki sözleri söylemesem de gidecek miydin bugün? Erkene mi almış oldum sadece? Öfkelendim. Sen tereyağlı yumurta yaparken arkandan beline kollarımı doladığımda hiçbir şey hissetmedin yine. Yokmuşum gibi. Hiç sarılmamışım gibi. Tereyağının derinliklerinde birini arıyor gibiydi bakışların. O kadar dalgındın ki… “Günaydın”ınıma bile bir karşılık bulamadın tavada.
Aldattım seni. Defalarca. Denedim. Son üç yılda ama. On yedi yıllık sadakatin yorgunluğuyla. Öfkesiyle telef ettiğin senelerimizin. Başka bir kadını sevebilmeyi. Sevilmeyi diledim en çok da. Çok sevilmenin nasıl bir şey olduğunu anlamak istedim. Annemin oğluyum ben. Hani hep söylersin. Annemin oğlu olmam da bir suçmuş gibi. Annemin oğluyum, evet! Annem gibi birilerini sevmek göreviyle yaratılmışım. Annem gibi birilerinin hizmetine verilmişim. Hepsi yavandı. Hepsi yanlıştı. İçinde sevginin zerresi bile olmayan şeylerdi. Söylemeyecektim asla. Asla bilmeyecektin. Ama madem vakit geldi. Her gece sana kırılıp her sabah yüreğim sevginle dolup taşarak uyanan ben. Üzmek için değil. Bil diye işte. Bir kez merak ettin mi beni geç kaldığımda. Sen gururlu ve prensipli kadın! Bir kez gizlice telefonumu kurcaladın mı? Mesaj bildirimi daima açıktı. Telefonum dın dın öterken hiç merak ettiğin oldu mu? “Acaba…” dedin mi hiç? Hiç gömleklerimi kokladın mı mesela? Bir iz aradın mı?
Baban ne diyor bu işe? O her şeyin en doğrusunu bilen baban? Ya abin? Ne dedi? Ağzını burnunu dağıtırım o şerefsizin. Derhal boşan mı dedi?
Evire çevire yirmi yıldır incelediğin, baktığın, dokunduğun o kalın sözlüklerde bana söyleyebileceğin tek bir güzel sözcük yok muydu? O güzel sözcükler bana yakışmazdı değil mi? Bende karşılığı yoktu onların. Sözlükler bile dilsizdi bana gelince. Yirmi yıl defterler boyu yazan sen. Bana gelince söyleyebilecek tek bir güzel sözcük bulamadın.
Onun hemen yanındaydım Aynur. Beni görmedin bile. Neydi bendeki eksik? O yirmi sene susarak kınadığın. Sarı saçlar mı? Çirkin ama öz güvenli bir burun mu? Neydi o senelerce çabalasam da tamamlayamadığım eksikliğim? Niye bana kendimi eksik hissettirdin? Söyletme şimdi! Ben daha sevgi doluydum, ben daha merhametliydim hatta daha zekiydim. Boyum uzundu. Ellerim güzeldi. Neden ben değilim Aynur. Kadınlar hep…
Hep yetersizdim ben. Sadece bir öğretmendim. Çok iyi bir öğretmen olmamdan gurur duydun mu hiç? Yetiştirdiğim çocukların pırıl pırıl olmalarından? Hâlâ bugün karşılaşsak ellerime yapışmaları, bana hayran hayran bakmaları? Mesleğim sadece seni memleketin uzak kırsallarında süründüren bir sebep olmanın ötesinde bir şey ifade etti mi sana? Kalbinin derinliklerinde saygı duydun mu işime? Sessizce idare edip yetindiğimiz gençlik yılları. Sonra bitmek bilmeyen ev, araba taksitleri. Sessizlikle karşıladığın koca koca yokluk, darlık seneleri. Tam şimdi bitmişken borçlar. Evde istediğim yere oturabilecekken tam. Sevinmiş miydin gerçekten? Borçlarımız bitti diye. Yoksa bir kabahatim ortadan kalktı diye üzüldün mü için için?
Sus, söyleme!
Ne olurdu sen de mesleğini yapsaydın? Şu eve getireceğin bir kuruşluk kazancın için söylüyorsam dünyanın en adi adamıyım. Ne olurdu Aynur? Hayata bir ucundan tutunsaydın? Benimle omuz omuza? Aynı okulda çalıştığımızı hayal ettin mi hiç? Ben ettim. Göz kırptım sana ders aralarında. Öğrencilerimizin başarıları için birlikte endişelendik. Öyle güzel bluzlar giyip her sabah benimle okula gelseydin ne olurdu? Sevimsiz bir edebiyat öğretmeni olsaydın. Tek bana güler yüz gösterseydin. Hep kaçtın yaşamaktan. Hayır. Yanlış. Benimle yaşamaktan kaçtın sen. Kitaplar okudun, yazılar yazdın. Geçmedi mi? Bulamadın mı aradığını? Yirmi sene oldu Aynur. Tam yirmi sene. Karım olmadın hiç. Üniversitedeki o üzgün kızdın hep. Yirmi sene oldu Aynur. Sen ona canını verecek derecede âşık olalı. O seni istemeyeli yirmi sene oldu. Yirmi sene oldu bir gün olur, seversin diye yola çıkalı. Yirmi sene önce onun düğününe gittik seninle. Gözünle gördün. Ben desem inanmazdın belki. O seni hiç sevmedi Aynur. Değdi mi? Evliliğimizi başlamadan bitirdiğine. Çürüttüğüne. Beni sevmediğine değdi mi? Sen de duydun değil mi? Boşandığını. Buldu seni değil mi? Hep yedekteydin onun için. Fark etmedin mi? Yoksa ona mı?
Sus, söyleme!
“Çocukları anneme gönderdim.”
Sus!
“Diyecektim ki…”
Söyleme!
“Geldi bugün. Doğru. Boşanmış. Buldu beni. Anlattı. Yirmi yıl sonra kapıma geldi bugün.”
Sus, dedim!
Söyleme!
“Valiz hazır. Diyecektim ki seninle şu yapamadığımız balayını bu hafta sonu yapalım. Vakit geldi.”