Benim Suretlerim Var
Derinden bir santur sesi geliyor; zarif, çevik ve ince… Kulaklarımda tatlı ve fakat ağır bir etki bırakıyor, daha doğrusu başlatıyor. Bir yerde duracak mı, sona erecek mi bilmiyorum. Uykudayım, fakat uykuda olduğumun bilinci o ana ait değil. Uyandıktan sonra uykuda olduğumu anlayacağım. Gözlerimi açmaya çalışıyorum, belki sadece bu etkinin ağır olan yanından kurtulmak için. Sonra “biraz daha, biraz daha” diye fısıldıyorum ve bir bakıma kendi kendime biraz daha uyumayı ve etkinin tatlı olan yanını uzatmayı telkin ediyorum.
Cinleri ben çağırmadım.
Benim suretlerim var. Derken santur bir curaya dönüşüyor, daha doğrusu santurun icra ettiği müziği cura icra etmeye başlıyor. İkisi arasında tuhaf, incecik, suyun küçücük bir yol bulup sızması gibi bir geçiş var. Santur ne zaman bitiyor ve cura ne zaman başlıyor, anlamak mümkün değil. Fakat işte santur nihayet bir yerde bitti ve cura başladı. “Benim suretlerim var” diyordum. Bir süre sonra yine santura döneceğini biliyorum. “Biraz daha, biraz daha” diye telkine devam ediyorum. Bir küçücük kızım ben; küçücük ellerim, küçücük bir ağzım, küçücük gözlerim var. Fakat saçlarım uzun ve galiba cinleri onlar çağırıyor. Başka bir sürü şeyi çağırdıkları gibi. Onların, her sabah saçlarımı tararken küçücük gölgelerin bir halata tutunup büyük bir duvardan yahut bir gemiden iner gibi indiklerini görüyorum. Fakat yine tırmanacaklar. Çünkü uzun, siyah saçlarım çağırıyor onları. Sadece bir tahmin bu. (Santuru ve curayı, santuru yahut curayı onlar mı çalıyor?). Saçlarımı yıkarken, daha doğrusu banyoda yıkanırken küçücük gölgeleriyle vücudumda dolaşıyor, göğüslerimi, karnımı, bacaklarımı sinirlerimi mefluç ederek dolaşıyorlar. Bu yüzden banyo yapmayı sevmiyorum. Onların söylediğine göre uzun zaman önce hepsi ayrı ayrı bana âşık olmuşlar. Fakat saf bir aşk değil bu, kösnül yanı ağır basan bir aşk. Tek bir aşktan bahseder gibi konuştuğumun farkındayım. Ama hepsinin de aşkları ayrı ayrı birbirine o kadar benziyor ki, sonunda birleşip tek ve koyu kösnül bir aşka dönüşüyor. Tuhaf bir şekilde hepsinin de bir başkasının aşkına saygı duyduğunu hissediyorum. Hepsi ayrı bir ses ve tılsımla aşklarını fısıldıyor. Ve ihtimal ki birinin fısıltısını bir diğeri, bir diğerinin fısıltısını bir diğeri duyuyor.
Fakat cinleri ben çağırmadım.
Bunu bir suçlamaya, töhmete karşılık verir gibi, acı acı haykıran, sürekli kendisine inanmaları için insanları (onlar kimse artık) ikna etmeye çalışan benim başka bir suretim. Küçük bir erkek o. Yani küçük bir erkeğim ben. Yirmi beş yaşında bir kızın 27 yaşındaki âşığı… Bir akşam gün batarken bir kum tepesinin, akıp gidecek olan, her an akıp gidebilecek bir kum tepesinin; bir sabah güneş doğarken kupkuru ağaç gövdeleri gibi gerilip çatırdayan kayaların yanında, onun güldükçe iyice küçülüp kaybolan gözlerine baktım. Hemen o anda, oracıkta yaptığım şey âşık olduğumu itiraf etmekten ibaretti. Bunu ona söylemedim. Çünkü çocukluğumuzdan beri yan yana yürüdüğümüz yolun bir yerinde durup aniden ona bunu söylemenin tehlikeli bir şey olabileceğini biliyordum. Belki de –çok küçük bir ihtimal- boynuma sarılıp yüzünü gözünü öpmeme izin verecekti. Ama o kum tepesine ve o kayaların çatırdayan yüzüne, o gün batımına ve o gün doğumuna beni çağıran da oydu. Sanki dünyanın iki ucunda ayrı ayrı durup onun yüzüne bakıyordum; gün doğusundan gün batısına, gün batısından gün doğusuna…
Santur sesini ben de duyuyorum. Ve cura sesini de. Fakat benim saçlarım uzun ve siyah değil. Ne de onları tarıyorum. Yine de onun hamama girdiğini haber aldığımda (her seferinde aynı cinler fısıldıyor bunu) uzakta bir yerde bir kapıyı kilitliyorum. Yahut da her zaman yanımda taşımayı alışkanlık haline getirdiğim bir kilidi kapatıyorum. Bunu niçin yaptığımı ben de bilmiyorum. Bir tuhaf tabu olabilir. Bilinçsizce yapılan ve bir miras olarak (genetik bir miras olmalı) bende devam eden bir tabu. Yahut da bilinçli yapılan ve fakat miras bana ulaşırken bilincinden arınan… Her neyse… Aşkın genetik bir miras olduğunu söyleme noktasına defalarca geldiğimi hatırlıyorum şimdi.
Benim suretlerim var.
Uzaklaştım. Bir fiil olarak uzaklaştım. Her şey son bulabilir. Sabahlara kadar saçlarımı tarıyorum. Son zamanlarda bunu itiyat edindim. Ancak ezan sesini duyduktan sonra uyuyabiliyorum. Fakat güneşin ilk ışıklarıyla babam kapıma dayanıyor, kalkıp avluyu sulayıp süpürmemi ihtar ediyor. Merhametsiz bir sesin merhametsiz sahibidir o. Avluya bir ses olarak, bir rüzgâr olarak çıkıyorum, sulayıp süpürüyorum kahvaltı hazırlanana kadar. Evde, odalarda bir ince ses olarak dolaşıyor; görünmemek için, duyulmamak için uzun siyah saçlarımı bir perde olarak kullanıyorum. Onların gerisinde, onların gölgesinde kayboluyorum sürekli. Küçücük bir çocukken (hiç büyümedim aslında) sofrada onun gözlerinin içine, sadece onun yiyebildiği lezzetli (böyle bir ayrıcalığı vardı nedense) çöreklere bakar yutkunurdum. Şimdi geçip karşıma oturuyor, uzun siyah saçlarımı kesip yüzüme, gözlerimin ta içine bakıyor öfkeyle ve “hazırlan!” diye bağırıyor. Belki beni uzak bir yere götürüp kurban edecek, bilmiyorum. Fakat o kapıyı çarpıp çıkınca saçlarım yeniden ve büyük bir hızla uzuyor. Oturup taramaya başlıyorum. Annem, babamı aratmayan bir merhametsizlikle hemen onun arkasından odama girip saçlarımı bir kere daha kesiyor. “Gideceksin!” diyor, “bugüne kadar hep senin istediğin oldu, ne istedinse yaptık, şimdi sen bizim istediğimizi yapacaksın!”. İşi gücü varmış, varlıklıymış, annemin köyündenmiş. Derleyip toplayınca böyle bir anlama dönüşen kelimeler dolaşıyor odalarda, köşelerde. Avluda sabahları çalı süpürgesinin fısırtısına karışan kelimeler hep aynı.
Hayır, cinleri ben çağırmadım.
Adını “Nur” koymuşlar. Onlar başka bir şey koysa da ben ona böyle seslenecektim zaten. İçimde bir Nur var ve o adıyla ve varlığıyla tıpa tıp ona benziyor. İçimdeki Nur’la dışımdaki Nur aynı belki de. Hatta mutlaka öyledir. “Beni içinde ara” diyor güldükçe küçülen gözleriyle. İmadan ifadeye geçemiyoruz ikimiz de. Ben de ona, o küçük gözlerine bakarken yirmi beş yıldır içimde büyüyen bir Nur olduğunu söylüyorum. Belki imadan ifadeye geçişimi bekliyor o da benim gibi.
Santuru uzun beyaz sakalları olan küçücük bir adam çalıyor. Bir Hint fakiri kadar zayıf. Curayı pos bıyıklı, kendi üstüne eğilmiş iki büklüm bir ihtiyar. Santurdan curaya geçiş bu iki adamın bir gölge gibi birbiri üstüne düşmesiyle, sonra ikisine de benzeyen bir adamın doğrulmasıyla başlıyor. “Bu onların işi” diyen bir şeyler var içimde bir yerde. Onların işte canım. Kulaklarımda ağır fakat tatlı bir etki. Uyanmak istemiyorum. Sanki engin bir denizde ve mavi sonsuz bir atlas örtünün altında tek başınayım. Onlar bu örtünün dışında yahut o engin denizin diplerinde bir yerdeler. Müziklerini kesintisiz olarak icra ediyorlar. Sanki her şeyden önce, denizden ve atlas örtüden, Nur’dan ve benden ve de onlardan önce bu ses, bu müzik vardı. Santur ve cura. Sonra bu sonsuz deniz, ateş rengi bir kumsal gibi altımda kaynamaya başlıyordu. Kumsalın sağında solunda iri siyah mandalar gibi gelip yatmış kayalar var. Kaynayan her kum tanesi ile sanki vücudumun bir hücresi arasında görülmez bir bağ var. Bütün iradem, zihnim ve bedenim kumlara esir. Gelip yatmış mandalara bakıp bir ümide tutunmak istiyorum. Fakat bunu da, bu ümidi de belirleyen kumlardan başka bir şey değil.
Fakat benim suretlerim var.
Nur’la Efzen (adının tuhaf olduğunu biliyorum) karşımızda duruyorlar. Fakat birbirlerine yakın olduklarının farkında değiller. Biz bir perde olduk aralarında. Nur’un saçları da bizi örtüyor. O yüzden babasının sık sık kesmesini istiyoruz ve bunu ona yaptırıyoruz. Biz, yani onlar, Nur’un kanıyla besleniyoruz. Yani onun zaafları yaşatıyor bizi. Biz aslında bir suret olan Nur, biz aslında bir suret olan Efzen gibi suretiz. Efzen’i yakacağız. En baştan beri bunu yapacağımızı biliyoruz. Aslında biz çok az şey bilen ve bildikleri az şeyleri yapanlarız. Bildiklerimizi yaparız ve yaptıklarımızı biliriz. Nur ve Efzen bunu bilse bizden kurtulabilirler. Bugün yarın Nur’u varlıklı, işi gücü olan biriyle evlendirecekler. En azından onları buna teşvik ediyoruz. Fısıldayarak teşvik ediyoruz. Zavallılar, hakikatle vesveseyi ayıramıyorlar. Oysa onlara hakikati ölüm sunacak, hayatsa hep vesvese verecek. Biz, Nur’u intihara teşvik ediyoruz. O adamla evlenmektense intihar etmek iyidir. Buna da inanıyoruz. Böylece biz de onu, biricik aşkımızı sonsuza kadar kaybedeceğiz, biliyoruz. Biliyoruz ve yapıyoruz. Bildiğimizi yapıyor, yaptığımızı biliyoruz. Başka bir şey yapmamız mümkün değil.
Zaten cinleri ben çağırmadım.
Babam bir kere daha kesti saçlarımı. İçimden bunun son olacağına, bir daha müsaade etmeyeceğime söz verdim. Sonra aniden avlunun ortasından örtünmeden, gizlenmeden, kısacık saçlarımın uzamasını beklemeden çıkıp gittim. Gittim ve sebepsiz Efzen’i buldum. Belki sebeplidir. Belki gözlerime baktığı zaman bir anlama dönüştüremediğim, indirgeyemediğim bir şey sezdim, belki bir perde bir şekilde yırtıldı, ne olduysa bana sebepsizmiş gibi gelen bir sebeple belki de, kalkıp Efzen’e gittim. Efzen gerçekten yanıyordu. Bir deniz kıyısında, sonsuzluğa bakarak mutlaka, gökyüzünün yıldızlarıyla birlikte döndüğünü hissederek, damar damar çatlayan yerkabuğunun bir yerinden sızan bir suyu haber vererek yanıyordu.
“O su sensin” dedi bir ses, sonra santur, sonra cura…
Tabii ki benim suretlerim var.
Ben bir yazarım ve Efzen bir gece aldığı bir salıkla gelip beni buldu. “Filan yerde bir Bahtiyar var” demişler, yollamışlar. Yolda gelirken sadece masal kahramanı olan bir Bahtiyar’ın varlığı üzerine düşünmüş ve kendisini bir masalın içine attıklarını zannetmiş. Yanıldığını zannetmiyorum. Ona bunu söylemedim elbette. O, olup biteni anlatırken ben, olup bitecekleri planlıyordum. Sonunda Nur ile Efzen’in kavuşmasına müsaade etmemeye de o zaman karar verdim. Efzen yanıp duran bir ateş olarak, Nur yeryüzünün çatlaklarından birine sızan bir su olarak birbirinden ayrıldılar. Onlarsa ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bildikleri bir şey yok artık. Bilseler yapacaklar, yapsalar bilecekler.
Bense Nur ile Efzen’in tekrar tekrar gelip birbirini bulacağını, tekrar tekrar bu aşkın yaşanacağını ve tekrar tekrar ayrılacaklarını biliyorum. Ve bu bana büyük bir keyif veriyor.
Çünkü ben de Nur’a âşık oldum.