.....

.....

Mayıs çiçeği – Nisan Yaman

Mayıs çiçeği – Nisan Yaman

MAYIS ÇİÇEĞİ

Yüreğin, uzak bir kentin avuçlarında can çekişiyor. Suları çekilmiş, damarları büzüşmüş bu kenti, bir döl yatağında dev gibi büyüyen bir güneş bellemiştin oysa. Yeniden doğacak, çoğalacak, onu da kendinde doğuracak bir mayıs çiçeği büyütmüştün bağrında. Bağrın, en güzel çiçeklerin kokusuyla yıkanırdı her sabah. Bir güneşi, sonsuza dek ağırlamak adına… 

             Üzerine bir söğüt gölgesi düşmüş inci çiçeğini andırıyorsun şimdi. Sanki bütün dünya üzerine çökmüş, ağırlığından eziliyorsun. Ve aynı dünyanın, yapayalnız kalmış dev bir boşluğu oluyorsun. Göğsün, göğü kucaklayacak genişliğe erişiyor zaman zaman. Ne var ki küçük bir göğüs kafesine sığınmak zorunda, biliyorsun. Sonra, bütün bunların alışkanlıklar duvarına yakışacak şeyler olmadığını düşünüyor, susuyorsun.

            Susmak; yalnızlığın, ana dili ve şiiriymiş. Dünyanın en büyük şiirini yazmaya yemin ediyorsun!

            Geçiyorsun aynanın karşısına, başlıyor iç monolog: “Var mıdır sevginin bir gediği?” Varsa sevginin bir gediği, o da senin gözlerinde, diyor. Kendini teselli etmenin bir yolunu bulmuş oluyorsun, çaresiz. Gülümsüyorsun, gözlerinin içine oturan düşlere hüzünle. Gözlerin dev bir saha olsa, taşıdığın kalbin içinde dört bir yanını dolansa, yine de rahatlamayacak, biliyorsun. Kaynayan bir volkanın patlama öncesi hâlini yaşıyorsun. Oysa lavlarını dökeceğin bir yerin yok. Bunu da biliyorsun.

Birine gülümsemenin iyileştirici bir yanı olduğuna inanıyor aynadakine bir kez daha gülümsüyorsun. Acıtan ve sancıtan her şeye bir tebessüm gölgesi düşürmeyi bu şekilde öğrenmiş oluyorsun.

            Yağmurlu bir akşam, pencere önünde çiçeklerinle söyleşiyorsun. Anımsıyorsun tekrar tekrar yaşadığın bu sahneleri. Geçerken gözlerinin önünden yağmur damlalarının ışığa boyun eğişleri. Akıp giden yağmur mu, yağmurlarlasilinip gitmiş tanımsız zamanlar mı, bilemiyorsun. Dirence dayanamayan o ışığın kırılması oluyorsun sonra. Kırılıyorsun her yerinden.

            Bir akşam vaktisin yine. Üzerine sinen güneşli günlerin arta kalanı oluyorsun. Sağanak yağmurlar, sızmaya devam ederken içine, iliklerine kadar işleyen o sızıyı çekip alsın istiyorsun. Bir söğüt yok dayayabileceğin kalbini. Kalbin kiverdiği göçün göçüğünde.

            Sokaktan gelen havlama sesleri, kapı arasından taşan uğultular, lambalardan yansıyan solgun sarının rahatsız edici hüzmeleri ve belli belirsiz kelimelerin hissedildiği sesler… Gürültünün ve görüntünün dağınık renginden sıyrılıyorsun. Gözlerini yırtarak aştığın karanlığın dibi yok. Kendi karanlığını da giderek katlıyorsun. Büründüğün renkler var, kendi umutlarından yarattığın. Umut, bir kandırmaca oyununun zamana giydirdigi hafifliği sunuyor sana. Bununla yetinmek de hafiflik katıyor yine, bir şeylere direnmeyen yanına. Yer çekimi nasıl maddeyi sabitliyorsa dünyaya, umut da insanı sabitleyerek koruyordu aşındıran zamana karşı. Bir kandırmacanın faydasına sığınıyorsun böylece.

Zaman diyor, içinde bir ses, zaman… Direnmeyi çaresizleştiren, insanı silikleştiren zaman! Ve direnmek diyor, direnmek; anlamın ezildiği, yadırgandığı, horlandığı ve yitirildiği bir durumdan başka ne verir ki ağrısı azmış bir yüreğe? 

            Aklından böyle sözlüksüz, sahipsiz tanımlar geçiyor işte. Sürekli ve sürekli. Anlamın ve kavramın eksildiği, yenildiği, eskidiği, değiştiği, çeliştiği ve yenilendiği…         Gülüyorsun hâline zaman zaman. Ve sonra yeniden saniyede binlerce tanıdık sözcüğün yarışıp kurulduğu cümleler ile boğuşuyorsun. Zihnin mantarların işgali altında iken, bir ses geliyor uzaklardan, kelimeleri yıkamalı…

            Lambanın cama yansıttığı yüzüne düşen hüznün renginde kendini görüyorsun. Gülümsüyor zoraki. Gamzelerinde biriken saklı gülüşlere izin vermiyorsun. İçinde kalana saklarcasına. İçinde kalmak! Birileri mi oluyor içinde kalan, kendin mi bir şeylerin içinde kalıyorsun, belli değil. Bir yığın karmaşanın hâlleri oluyorsun yine.

            Ve yine geçiyor zaman zaman, göçüp giden içinden ve için düşüyor şiire. Basıyorsun eskiden kalma bir radyo düğmesine, DJ’ in, iki yüzünü art arda çevirdiği kasetin sesine denk geliyorsun. Vakit gece yarısı. Uzaktan gelen sesin cızırtıları, kasetin ağır ağır devinimi, şiirin yorgunluğu… Ağır bir duygu sarıyor önce kasetin içinde itinayla kendini toparlayan bandın etrafını. Sonra, akıtıyor muhataplarına, sesinde topladığı acı suları.

Dalıyorsun yeniden, içine düşen sesin rengine. İçin kaldığın yerden hiç durmadan devam ediyor. Şiir diyor, şiir ki vakitsizlerin sığınağı. Geç kalınmış her aşkın yaşam alanı. Son zamanlarda üzerine yapışmış kelimelerden biri oluyor geçkalmak. Oysaki hiçbir şey geç kalınmış değil, her şey yaşanması gereken vakte gebeyken. Vardığın sonuç, önemini yitirmiş sonsuz bir şimdi! Şimdi biraz buruksun ve acımış için.

Teselliyi aradığın şiirler de artık dokunamıyor hüznüne. Anlıyorsun. Hüznün kedere, kederin gözyaşı bezlerine dokunuyor.

O dokunulmaz, yıkılamaz sandığın düşlerin, düşüyor yine dalgın bakışlarına. Bir zamanlar birlikte kurduğun bir devin ellerindeki harcın izleri ile harmanlanmış duruyor hâlâ. Titreyen irislerinin değdiği noktada belli belirsiz nesneler oluşuyor; mavi duvar, ahşap… Derin bir nefes almaya çalışıyorsun. Berrak yeşil bir göl, bembeyaz kuğular, mayıs çiçekleri… Her şey düğüm düğüm diziliyor, yutkunamıyorsun. Sonra, yağmuru olamadığın bir söğüt ağacı beliriyor. Ayakların istemsizce yürüyor ona doğru, son kez.   

Yürüyorsun tedirgin. Bastığı kaldırım taşlarına basmaya imtina ediyorsun, o kırılgan nahif kalbini incitmekten korktuğun gibi. Kaç zamandır uğramaktan çekindiğin o düş kırığı sokağa böyle bir ruh ile girmek ağırına gidiyor. Çünküoralar hâlâ senin! Kaldırım taşlarında birlikte basılmış ayak izleriniz. Susuzluktan kurumuş ve dökülmüş vazo içi çiçekleriniz. Günahsız, saf bir aşkın masumiyetinden kalma hüzünler düşüyor yüzüne. Kalbin, titreyen ellerle dizdiğiniz vazoların çatlaklarından sızıp dökülüyor yerlere. Zoraki adımlarla ilerliyorsun. Yanağında gül var hâlâ. Dudağında, sıcak bir busenin izleri. Daha fazlasını görmeye dayanamıyor kalbin, büzüşüp çekiliyorsun içine.

Dağılırken seni ezip geçen düşün etkisi, gerçeklere yaklaşmış olmakla dönüyorsun dünyaya. Göğüs boşluğundaki sesi susturmak istercesine çekiyorsun perdeyi. Yorgun göz kapaklarının altında kalan ıslak bir çift göze, bir tebessüm dokunduruyorsun, yine zoraki.

            Dışarıda artan yağmur sesi ile yeniden heyecanlanıyorsun. Sanki yağmur gökten yere değil, kalbinden dökülüyor odanın ortasına. Yağmur… Vazgeçilmez sevincin. Oysa o sevinci bile yarım bırakıyor, yine yarım kalanlar. Dağılıyor yeniden omuzlarından içine dökülen ağırlık. Yerleşemediğin odanın bir köşesinde kıvrılıp uyumak istiyorsun önce. Uyumak, kaçmanın ve unutmanın tek yurdu sanıyorsun. Sanrılar yanılmanın yarısıdır, bunu da biliyorsun. Ve anımsıyorsun ki aslında hiçbir şey bilmiyorsun. Bildiğin her şeyi, yaşanmış bir düşün hatırına unutuvermişsin çoktan.

Bir geçmiş, bir yaşam, bir sen yok olmuş bir anın büyüsünde.

Sonra esir düştüğün her sözcüğün törpüsü ile şekilleniyorsun. Ve birçok şey yitip giderken sana da yaralarıyla çiçeklenmiş yeni bir sen kalıyor. 

            Derin bir iç çekerken günün sonunda, anlıyorsun ki sen bir mayıs çiçeğisin, ömrün bu kadar.