.....

.....

Okul – Burcu Bolakan

Okul – Burcu Bolakan

Okul

Dışarıda yağan yağmurun sesini dinlemek ona huzur veriyordu. Kalın camlı, yusyuvarlak gözlüklerinin arkasından bakan alacalı yeşil gözleri çok özlediği ve fakat asla bulamadığı bir mutluluğun kederinin hüznünü taşıyordu. Yağmur kantin camına hızla vuruyor, ağaçları ve toprağı mevcudiyetiyle kutsuyor, ruhunun derinliklerinde onarılmaz yaraların varlığını örtmek isteyen şefkatli bir anne eli gibi yeryüzünün tüm mahlûkatı üzerine usul usul dökülüyordu. Annesini düşünüyordu. Bir başına üç kız kardeşiyle kalan annesi için üzülüyordu. İşler ağır geliyordur ona, diye düşündü. Kalkmıştır çoktan. Sarı Kızı sağmıştır, sonra da tütün haşlamalarının başına gitmiştir. Kız kardeşleri de uyanmış olsalar gerekti. Büyük olan Fatmaablası annesiyle tütün haşlamalarının başındadır şimdi, ortanca olan Ayşe de kahvaltı sofrasını kurmak için çabalıyordur. Küçük kız kardeşi Rabia ise hâlâ yatağın içinde debeleniyor, kalkmamak için kendince bahaneler üretiyordur. Çok özlemişti onları. Masada duran çayından bir yudum içti, poğaçasından da bir ısırık aldı. Açlık hissetmiyordu, zaten en son ne zaman açlık hissettiğini hatırlamaz olmuştu, karnını doyurma isteği aklına gelmezdi. Ancak biri hatırlatırsa aç olduğunu anımsar ve sonra da bir şeyler atıştırırdı.

Kantinin kapısı hızla açıldı. Kapıyı tekme darbesiyle gürültülü bir şekilde açan Ahmet’ti. Kapının ardına kadar açılmasıyla yağmurun ıslattığı toprak kokusu, mart ayının o enfesesintisi kantin ortamının bunaltıcı havası üzerine ılgıt ılgıt yağdı. Ahmet, peşine taktığı dört cibilliyetsiz, mendebur suratlı hergelelerle içeriye hışımla dalmış, kilerden bozma kantininbeton zemini üzerinde ayaklarını sürte sürte ortasına değin yürümüştü. Ahmet’i görünce kantinden kaçan öğrenciler olduğu gibi, sanki orada sadece bedenen var olup ruhen yokmuş havasına bürünmek maksadıyla başını eğen diğer öğrenciler ise ‘çıt’ hiç ses çıkarmıyordu. Ahmet, kendisine doğru bakan İrfan’ın yanına doğru yürüdü, durdu. İrfan başında dikilen Ahmet’le ardında duran hergeleleri görüyor ve fakat görmezliğe geliyor, çayından ılıkça yudumlar alıyordu.

-Kes şunu içmeyi, görmüyor musun başında bekliyorum senin. Bana bak ve beni iyi dinle şimdi.

-Dinliyorum.

-Bana bak ulan ben konuşurken! Dört göz, pısırık herif, bana bak dedim sana.

-Baktım işte ne olacak?

-İmzala şurayı.

-Nedir bu? Okumadan imzalamam.

-İsmail Hoca’yı okuldan attıracağız tamam mı? İmza topluyoruz. Attıracağız o haini.

-Olmaz imza filan atmam ben.

-Boğazlarım lan seni at şuraya imzanı!

-İsmail Hoca’yı seviyorum. Hoca’yla bir alıp veremediğim yok benim. İmzalamam.

-Anlamıştım zaten. Sen de onlardansın değil mi?

-Neyi anladıysan yanlış anladın. Ben kimseden yana değilim. Ne sizden ne onlardan yana değilim. Okumak istiyorum ben.

-Bir taraf olmayan bertaraf olur, dangalak herif. Okuyacakmış. Okuyacaksın da ne olacaksın? Ha sahi lan Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gidecektin değil mi?

-Bu seni hiç ilgilendirmez?

-İmzala şu kâğıdı. İsmail Hoca’yı okuldan attıracağız dedim sana.

-Hayır, İsmail hocayı seviyorum. İmzalamam.

Ahmet çok kızmıştı. Arkasında bir emri ile adam dövecek arkadaşlarından biri öne doğru fırlayarak İhsan’ın yakasından tuttu. Sonra da ne yapalım şimdi bunu der gibi Ahmet’in gözlerinin içine baktı. Avurtları çökmüş yüzünde ebleh bir gülümseme belirdi Ahmet’in.

-Bırakın lan bu salağı değmez.

Aslında o söylediği kelimeler kendisi için daha uygundu, bunu herkes biliyordu zaten. Yine de İrfan sustu. Ahmet’in söylediği lafa karşılık vermedi. İrfan’ın kafasına seninle sonra görüşeceğiz der gibisinden kuvvetli bir şaplak atan Ahmet ve arkadaşları ortadan kayboldu. Uzaktan her ânı gören ve bizatihi şahit olan ve fakat yardıma gelmeyen Osman, İrfan’ın yanına koşturarak geldi.

-İyi yırttın ha. Cibilliyetsizler kimi yakalarlarsa imza alıyorlar, hatta vermek istemeyen olursa önce dövüyorlar, sonra yine de o imzayı alıyorlar be kardeşim.

-Sen… sen verdin mi yoksa imza Osman?

-İmza vermemek için köşe bucak bunlardan kaçıyorum kaç gündür. Sana da söyleyecektim lâkin seni göremedim. Sınıfından dışarıya pek çıkmıyorsun.

-Doğru çıkmıyorum. Koridorlarda da güvenlik yok.

-Bugün cuma günü. İstiklâl Marşı okunduktan sonra gör bak nasıl ortalık karışacak yine. Ara sokaklardan kayıp gidelim oğlum. Yoksa devlerin arasında böcek gibi eziliriz.

-Korkmuyorum ben, lâkin anama sözüm var. Okulu bitireceğim, diye ona söz verdim. Sonra da fakülteye gideceğim.

-Allah yardımcımız olsun kardeşim. Bursa bu kadar karışıksa, İstanbul daha büyükşehir, oralarda nasıl okuyacağız, nasıl yaşayacağız?

-Allah yardım edecek. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gideceğim ben. Sen de mühendislik fakültesine gideceksin.

-Ders birazdan başlayacak. Haydi bakalım sınıflarımıza gidelim.

İstiklâl Marşı okunacağı için öğrenciler sınıflarından dışarı çıkmaya başladı. Öğrenciler okul merdivenlerinden inerken arbede yaşanmaya başlamıştı bile, okul müdürünün, okul müdür yardımcılarının, erkek öğretmenlerin tekme tokatları sayesinde neyse ki fazla bir kavgaolmamıştı. Herkes bahçede durması gereken sırada hizaya geçmişti. Müdür eline mikrofonu alıp her zamanki söylevlerine başladı. Kadın öğretmenler ise yarım saat önceden can güvenliği olmadığı için gitmişlerdi. Müdürün yarı hakaret dolu, yarı nasihat dolu söylevi bittikten sonra İstiklâl Marşı okundu. Okulun kapıcısı okulun bahçe kapısını ardına kadar açmış. ‘‘Yürüyün lan it oğlu itler, anarşist köpekler, yürüyün dışarı, orada boğazlayın birbirinizi’’ diye bağırıyor. Erkek öğretmenlerden en baba yiğitler, gözü karalar da kavga çıkarmaya çalışanların kıçlarına tekmeyi basıyor, kravatlarından çekerek, ya da saçlarından asılarak bahçe kapısından dışarıya fırlatıyordu. Öğrencilerin arasında sıkışıp kalmış İrfan’la Osman nihayet yan yana gelebilmiş, biraz sonra çıkacak olayların içinde kalmamak için birçare arıyorlardı ama ne gezer. Kalabalıkla birlikte âdeta sürüklenir gibi dışarıya anayola çıktılar. Kalabalığı yarmak ya da aralarından sıyrılmak mümkün değildi. Okuldan çıkan öğrencilerin bazıları, yukarıya doğru uzanan büyük ana caddede yokuşun sol tarafına doğru yürümeye başladılar. Artlarında kalan öğrenciler ise yolun sağ kanadına doğru kümelendiler. Herkes vaziyetini almıştı. İrfan ile Osman ne yapacaklarını bilemez hâlde caddenin sağ kaldırımında kalmış, hiçbir yere hareket edemiyorlardı. Sol kanada geçenler hep bir ağızdan slogan atmaya başladılar. Öyle ki attıkları sloganlar yeri göğü titretiyordu. Âdeta biraz sonra çıkacak olan arbedenin ilk kıvılcımları çakıyordu.

-Kahrolsun faşizm! Kahrolsun faşizm!

Bu sloganı atan caddenin karşısında kümelenen gençler çakıl taşları ve hatta daha büyüktaşları karşı kaldırımda bulunan öğrencilerin kafalarını, gözlerini yarmak için ellerinde tutuyorlardı. Sağ kanada kümelenen genç öğrencilerse:

-Şehitler ölmez Vatan bölünmez, diye haykırıyordu.

-Taşlar gelmeden çıkalım oğlum buradan. Bir koşu bırakalım kendimizi. Cumhuriyet Caddesi’nin başına ulaşırız. Oradan ötesi kolay. Bunu söylerken Osman’ın çok heyecanlı olduğu belli oluyordu.

-Tamam anlaştık. Hadi hemen koşmaya başla.

İrfan’la Osman can havliyle sağ kanatta duran gençlerin arasından kendilerini caddeye bırakmış, az yukarıya ve sonra da karşı caddeye doğru koşmaya başlamışlardı. Gruplar öylesine yüksek sesli sloganlarla birbirlerine hakaret etmeye başlamıştı ki koşturarak kaçaniki öğrencinin farkına varamamışlardı. Cumhuriyet Caddesi’ne girince Osman, karşıdan koşturarak gelen polisleri gördü. Omuz darbesiyle İrfan’ı uyardı, Pazar Caddesi’ne saptılar. Böylelikle göz altına alınma derdinden de kurtulmuşlardı. Pazar Caddesi’nin ara sokaklarından saklana saklana İrfan’ın kaldığı hana ulaştılar. Han kapısı önünde Osman,İrfan’dan ayrıldı, Altıparmak Caddesi’ne doğru salındı. (Bu handa İrfan gibi öğrenci olanlar, işçi olarak çalışanlar kalıyordu). İrfan hanın pis, alkol kokan, bir o kadar da bakımsızbasamaklarından çıktı. Kaldığı odanın kapısını açtı, içeriye girdi. İrfan’ın odasının içinde soba olmadığı için bu akşam da zor geçeceğe benziyordu. Gerçi kışı atlamıştı, mart ayını mı atlatamayacaktı? Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişti, okulu neredeyse bitmek üzereydi.Biraz daha sabretmeliydi. İrfan’ın karnı hiç acıkmamıştı. O yüzden yorganın altına girdi. Mum ışığında kitabını okumaya başladı. Rahat okuyamıyordu. Lâkin gece handa ışık açmakda pek akıllıca değildi. Zira ortalık çok karışıktı. İyisi mi mum ışığında okuyabildiği kadar okusundu.

İrfan cumartesi olduğu için kalkmayı ağırdan almıştı. Saat on sıraları yataktan kalkmış, hanın kenefine gitmiş, sonra da banyo dedikleri o delikte duşunu almıştı. Bugün tıraş olmayacaktı, sakalları dursundu. Omzuna havlusunu astı, hanın banyo diye ayrılan bölümünden çıktı, odasına doğru yürüdü. Oda kapısının önünde Osman bekliyordu onu. 

-Neredesin arkadaş? Odanın kapısını çaldım, seni bulamayınca çok korktum.

-Neden korktun ki? Yüzün de sapsarı kesilmiş. Hayırdır kötü bir şey yok değil mi? İçeri gel.

-İrfan sana bir şey diyeceğim.

-Kahvaltı ettin mi?

-Boş ver şimdi kahvaltıyı. Sana bir şey diyeceğim.

-De oğlum de ne diyeceksen.

-Okul bir aylığına tatile girdi. Bir ay sonra da açılıp açılmayacağı belli değil. Bu bir açıdan iyi olabilir. Herkese formaliteden sınav yaparlar, verirler diplomayı. Hem sen de Kemalpaşa’ya dönersin. Senin için de iyi olur.

-Nereden duydun ki okulun tatil olacağını?

-Radyodan duydum. Aç radyoyu biraz sonra tekrar geçerler haberi.

-Ne haberi? Ne olmuş ki ne oldu söylesene? Yoksa birileri mi öldü oğlum?

Radyoyu açtılar. Tedirgin bir bekleyiş….

Radyoda saat on bir haberleri veriliyordu. Türkiye’nin büyük şehirlerini ilgilendiren siyasi, ekonomik, sosyal haberlerinden bahsedildikten sonra, sıra geldi daha küçük şehirlerde olan olayların haberini sunmaya. Önce Balıkesir’den bir haber verildi. Bir bakkalı işleten orta yaşlı bir adam cinnet geçirmiş, yeğenini bıçaklamış. Manisa’da bir koca karısını döverken hastanelik etmiş. Bursa evet Bursa haberleri dedi spiker. Buz gibi monoton bir ses tonuyla:

İsmail Kocayayla adlı öğretmen taşlı sopalı öfkeli iki gurubun arasında kalmış. Kafasına aldığı ağır darbeler sonucu ölmüş. İsmail Kocayayla’nın öğretmen olarak çalıştığı Demirtaşpaşa Lisesi’nde bir ay süreyle tahkikat sonuçlanana kadar eğitime ara verilmiş. Osman radyoyu kapattı, İrfan’a döndürdü kendini:

-İsmail Hoca ölmüş, anlıyor musun? 

-İsmail Hoca ölmüş ha. Nasıl olur böyle bir şey?

İrfan sürekli bu kelimeyi tekrarlıyordu. Ölmüş, ölmüş. Aklı havsalası böyle bir ölümün nasıl olduğunu almıyor, bu kadar kin ve nefretin nedenini anlayamıyordu.

Ertesi gün Kemalpaşa’ya dönmeye karar vermişti. Burada artık daha fazla kalamazdı. Hem okulun ne zaman açılacağı da belli değildi. İrfan eşyalarını koymak için dolabın üzerinden valizini çekti, aldı. Valizin içine birkaç parçadan ibaret olan eşyasını tıkıştırdı. Ağır ağır indi merdivenlerden, Santral Garajın yolunu tuttu.

İsmail Hoca ölmüş. Hoca İsmail ölmüş. Çok iyi adamdı. İyi insandı. Neden onu öldürdüler? Bu öfke neden? Neden? Hiçbir zaman anlayamayacaktı. Kemalpaşa’ya gitmek için bilet aldı.Zihnindeki ses onunla konuşuyordu. ‘‘İsmail Hoca, imza vermedi, üniversite hayâlleri, annesi, kız kardeşleri, imza, Sarı Kız. İsmail Hoca öldü.’’ İrfan kendinden geçmiş bir vaziyette Kemalpaşa otobüsüne bindi.

SON

Yazan Burcu Bolakan