.....

.....

Zübeyde – Ayşe Ayın hekayəsi

Zübeyde – Ayşe Ayın hekayəsi

Zübeyde

            Yusuf’un hıçkırıkları kesilince giderek yaklaşan, yaklaştıkça ürküten nal seslerini, ara ara onlara eşlik eden kişnemeleri daha yakından duydu. Şüphesi kalmamıştı artık. Gözlerini yumdu.

            Yusuf’un zaman zaman derinden bir sarsılışla ileriye doğru fırlayan göğsü, sağ kolunun üzerinde kutsal bir emanet gibi tuttuğu annesinin başını da oynatıyordu. Göğüs kafesinde, az sonra geleceğinden emin olduğu ancak nasıl bir şey olduğunu kestiremediği o korkunç varlıkla, ölümüne boğuşmak isteyen bir arslan gibi kükreyen, ince kollarını ve göğsünü sarsan kalbi, annesinin kulağındaki nal seslerine eşlik ediyordu. Yusuf, annesini ne olduğunu bilmediği düşmana teslim etmemek istercesine sağ kolunu annesinin boynunun altına doğru kaydırıp düzeltti. Onu, sağ elinin küçük avucuyla omzundan daha sıkı kavradı. Çenesini onun kıvırcık, gür saçlı başına gömdü. Saçlarının arasında seğiren, belli bir ritimle hareket eden yüz kaslarından ve saç diplerine doğru yürüyen ılık çisentiden, Yusuf’un artık dört nala gelen bu düşmanın galibiyetini sessiz bir üzüntüyle kabullendiğini düşündü Zübeyde. Oysa hiçbir annenin on iki yaşındaki oğlunun sağ kolunun üzerinde kaygısız bir ölüme yatmaya hakkı yoktu. Hiçbir anne böylesi zayıf kollara, böylesi küçük bir yüreğe böylesi ağır bir yük bırakmamalıydı.

            Nal sesleri kulağında, düşündü o günleri. Onu, ölümün yalnız nal sesleriyle gelen, gelebilen bir şey olduğuna inandıran o günleri. İyi bilirdi nal seslerini sabırla ve korkuyla ve umutla beklemeyi. Başı Yusuf’un sağ kolunda, gözleri yumulu bekledi. Tek bir cümle söylemeye yetecek nefesi olsaydı Yusuf için. Anlatabilseydi ona, Zübeyde kim? Onu ölümün ve korkunun uzağında tutmak istemişti hep. Kimdi Zübeyde, gerçekte? Tanıdığı Zübeydelerden hangisi gerçek Zübeyde’ydi. Yirmi yaşında amcasının uzak bir köye gelin verdiği kız mıydı? Orada horlanan, beğenilmeyen, her gün hakarete uğrayan kadın mıydı? On sene hizmet ettiği koca kapısından evladı elinden alınıp kovulan otuzlu yaşlardaki kadın mıydı yoksa, o çaresiz bırakılmış? Kimdi Zübeyde? Şimdi bir Yörük köyünde, bir kerpiç evde yün döşeklerde annesiz uyanacakları, dünyadan habersiz derin uykularda gezinen biri sekiz diğeri dört yaşındaki iki küçük oğlunu da bırakıp dört nala yaklaşan bir ölüme gidecek olan kadın mıydı? Kırk dört yılın bütün ağırlığını on iki yaşındaki Yusuf’un sağ kolunun üzerine bırakıp gidecek olan kadın mıydı? Onun yüreğini hiç kimsenin asla saramayacağı bir yarayla yarım bırakacak olan kadın mıydı? Düşündü Zübeyde. En çok da Yusuf’unu. Sağ kolunun üzerine annesinin bıraktığı dağı taşıyabilecek miydi bir ömür? Koca olabilecek miydi mesela? Bir kadını sevebilecek miydi? İki küçük kardeşini kendisine emanet edip sağ kolunun üzerinde onun on iki yaşına aldırmadan acımasızca ölen annesine rağmen merhamet edebilecek miydi bir kadına? Düşündü Zübeyde. Kulağında nal sesleri; hüzünlü bir şarkı gibi ağır aksak, ahenkli. Baba olabilecek miydi Yusuf, evlatlarına? Onları sevebilecek miydi? Yarasını saklayabilecek miydi? Yüreğindeki yarayla yaşayabilecek miydi? Sevmeyi bilecek miydi?

            Kimdi Zübeyde? İlk kocası evladını elinden alıp kapı dışarı edince sığındığı bu Yörük köyünde, beş çocuğunu hele ki kundaktaki bebeğini bırakıp gamsızca ölen bir ananın evlatlarını kendi evlatlarından ayırmadan büyüten kadın mıydı? “Arap kızının çocuk baktığı gibi…” diye civar köylerde nam salan kadın mıydı? Kimdi Zübeyde? Ya onun çocuklarını kim büyütecekti şimdi?

            Nal seslerine minareden gelen sesler karıştı? Sabah ezanı mı okunuyordu? Dikkat kesildi. Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin fetvasını okuyordu imam. “Muhterem Denizlililer! Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak din ve devlete ihanettir, vatana karşı irtikab edilecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı imkânsız günahtır. Cihad, tam manasıyla teşekkül etmiş dini farize olarak karşımızdadır.”

            Bir nefeslik canı kalsaydı anlatıverecekti Yusuf’una bir çırpıda. Koca bir pişmanlık oturdu göğsüne. Onu on beş yaşında bulmayan ölümün, şimdi böyle kırk dört yaşında, kendine muhtaç üç küçük çocuğuna rağmen uzak diyarlardan dört nala gelip bulacağını hiç düşünmemişti. Bir nefeslik canı kalsa anlatıverecekti Yusuf’a, adını aldığı dedesini, dedesinden öğrendiklerini. Geç kalmıştı Zübeyde. Nal seslerini, kişnemeleri duyuyordu artık. 

            Ömründe ilk ve son kez dedesine sormuştu kim olduğunu, kim olduklarını. “Dede, biz Türk müyüz ki?” demişti. On dört yaşındaydı o günlerde. Dedesi Zübeyde’nin babasını ve iki amcasını Nazilli’ye yolcularken. İzmir işgal edilmiş, Yunan Nazilli’ye girmiş demişlerdi köyde. Duyunca inanamadıkları, Zübeyde’nin hayal dahi edemediği bir vahşet anlattılar Nazilli’de olanlara dair. Babası ve amcaları köyden ve civar köylerden bir grupla beraber Yunan’ın önünü kesecek Kuvvacılara katılmak üzere nal seslerine binip gitmişlerdi o gün. İlk, o gün korktu Zübeyde. İçin için dedesine de kızdı önce. Ya babası dönemezse? Savaş var demişlerdi, çok korkunçtu anlattıkları, savaştan da kötüydü. Bu, bir savaş olsa insanlar sadece ölürdü. Ama Yunan’ın girdiği yerlerde yaptıkları savaştan öte bir şeydi. Zübeyde, atların nal seslerini ilk o gün fark etmişti. Babasını, amcalarını, köyden ve civar köylerden bir sürü kişiyi çocuklarını, hanımlarını hanelerinin yaşlılarına emanet edip tozu dumana katarak dört nala uzaklaşırken izlemiş ve uzaklaşan nal seslerini dinlemişti. İşte onlar uzaklaşırken sormuştu dedesine. “Dede, biz Türk müyüz ki? Bu savaş Türklerin savaşı değil mi?” diye. Dedesi kapkara yüzünü, demin üç oğlunu yutan uzaklara doğru akıtıp “Elbette Türk’üz Zübeyde, demişti. “Bak, burası Türk toprağı, bir Türk köyü. Sen burada doğdun, baban, amcaların burada doğdu. Ninen, annen, yengelerin Türk. Sen de Türk’sün elbet.” Uzaklar susmuştu bir vakit. “Ya sen dede? Hani sen sıcak kumların olduğu yerlerden gelmiştin? Senin annen de Türk mü ki?”

            Oğullarıyla beraber umudunu da yolculamış gibiydi o gün. “O, geçmişte kaldı Zübeyde. Benim annem Türk değil, babam da… Ama ben Türk’üm artık. Anlattım işte kaç kez, biliyorsun. Yine de yormak istiyorsun yaşlı dedeni. Evimizi eşkıyalar bastı. Beni, annemin kollarından zorla koparıp sattılar köle olarak. Aydınlı bir çiftlik ağasıydı Osman Rahmi Bey. Hac’dan dönüyormuş. “Çok altın verdi mi seni almak için dede?” Ne bileyim Zübeyde, insanın kıymeti mi var? Beni alıp getirdi çiftliğine. On sene hizmet ettim ona. Bana sahip çıktı. Yetiştirdi beni. Türkçe konuşmayı, okumayı, yazmayı ondan öğrendim. Farsça’yı da… Sonra azat etti beni. Yirmi yaşlarındaydım. “Gelmeseydin keşke bu köye, zenginmiş işte, rahat ederdin!” Aydın’ı görüyormuş gibi bulanık bulanık baktı boz düşmüş gözleriyle dedesi uzaklara. Kalamazdım Zübeyde, dedi.

            Hocanın okuduğu fetvaya benzeyen ezan hâlâ devam ediyordu. “Hemşehrilerim, karşımıza çıkarılan dünkü teb’amız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir’de şu birkaç saat içinde irtikap edilen cinayetler gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan taşları ile düşmanın karşısına çıkacağız, İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazidir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir.” Bilemedi ezanın hangi zamandan, fetvanın hangi zamandan okunduğunu.

            Sonrası hep beklemekle geçti. Nal sesi dinlemekle. Babasını ona geri getirecek nal seslerini dinledi ilkin. Kulak kabarttı uzaklara. Beklemek uzadıkça dedesi de duramaz olmuştu. Zübeyde’nin omzuna sağ elini dayayıp, sol elinde bastonu ile çamların arasında saatlerce yürür, ona Aydın’daki kölelik günlerini anlatırdı. Bazen keyfi yerinde olursa beyitler okurdu Fuzulî’den, Nesimî’den; Şehname’den bölümler anlatırdı. Çam ağaçlarının dibinde Gazali’den bölümler okuturdu Zübeyde’ye. “Sen, benim umudumsun Zübeyde!” derdi sonra. Sana öğrettiklerimi sakın unutma, sen de çocuklarına öğreteceksin bunları, diye mırıldanırdı bakarken ötelere. Sanki çam ağaçlarına söylermiş gibi.

            Sonra bir gün Yunan’ın Buldan’ı aldığının haberi geldi köye. Çal’ın bazı köylerini yakıp yıkmıştı Yunan. Anlatılanlar inanılacak gibi değildi. 57. Tümen Karargahı’nı Goncalı’ya taşımışlar demişti Muhtar, dedesine. O günden sonra dedesi Zübeyde’ye bir daha kitap okutturmadı çam ağaçlarının dibinde. Kendisi, durup dinlenmeden o sıcak diyarlardan gelen yabancı sesiyle, Kur’an okudu hep. Ana diliyle inler gibi, uzaklarda duyduğu nal seslerini bastırmak ister gibi, çam ağaçlarına çarpıp geri dönen cüzler okudu ezberden. Bak Zübeyde, dedi, bir gün. Nal sesleri Fındıklı Deresi tarafından gelirse Yunan Ordusu’dur. Buradan önlerine çıkan her yeri yakıp yıkıp Ankara’ya doğru ilerleyecekler. Ama Erikli Dere’den gelirse Kemal Paşa’nın ordusudur. Korkma. Ölümün, nal sesleriyle gelecek bir şey olduğuna o gün inandı Zübeyde.

            Korktu. Dedesinin o günlerden sonra giderek bükülen belini, giderek bozaran gözlerini fark ettikçe daha da çok korktu. Nal seslerini dinledi hep annesine, ninesine yardım ederken bile. Bütün köy bekledi Zübeyde’yle beraber. Bütün köy dinledi. Korkular azgınlaştı günden güne. Çevre köylere, kasabalara, kazaya gidenler yeni yeni korkular getirdiler köye. Yunan’ın yaptıkları hele kadınlara, çocuklara yaptıkları inanılacak gibi değildi. Zübeyde, nal sesleriyle gelecek ölümün, ölümden daha beter olacağını anladı. Dedesinin evin tahtalığından uzaklara çakılan boz bakışları koyulaştıkça korkusu arttı Zübeyde’nin. Dedesi sustukça korkusu arttı. O günlerde Tavas’a gidip gelen hocanın öğrenip geldiği türküyü söylerken yaşadığını anlıyordu sadece dedesinin. “Zobalarında guru da meşe yanıyor efem…” Zübeyde’ye göre dedesinin çam ağaçlarına karşı Kur’an okumasıyla bu türküyü söylemesi arasında bir fark yoktu. Aynı kırık sesle, aynı gırtlakla, aynı yakarışla okuyordu ikisini de. Yalnız uzaklar duydu bunu, yalnız Zübeyde fark etti. Konuşurken Türkçeyi herkes gibi konuşurdu ama Kur’an okurken bir de o türküyü söylerken değişirdi gırtlağı, türkü söylerken kırılırdı Türkçe, dedesinin dilinde.

            Bir gün küçük amcasını getirdiler. Sarayköy yakınlarında Yunan’la çarpışmışlar. Köyümde ölmek istedim baba, demişti o gece. Herkes sustu. Nesibe yengesinin sesini de gömdüler sanki ertesi gün mezara. Zübeyde, yengesinin sesini unuttu. Amcasının yedisi çıkınca bir sabah dedesi “Haydi!” dedi Zübeyde’ye. Kur’an-ı Kerim hariç bütün kitapları eşeğin heybesine doldurdular dedesiyle. Nereye gittiklerini sormaya korktu Zübeyde. Ninesinin çeyizinden kalma kocaman, boş turşu küpünü de yüklediler. Gavurkızının Konağı’na vardılar. Yol boyu düşündü Zübeyde. Soruların cevabını kendi başına bulmayı öğrenmişti artık. Dedesi uzaklarda yaşar gibiydi nice zamandır. Sivri bir kayanın dibini seçti dedesi. Kazdılar… Kazdılar… Önce koca küpü indirdiler çukura, sonra dedesi elleriyle bir bir yerleştirdi kitaplarını küpün içine. Oğlu gibi kitaplarını da toprağa emanet etti dedesi. Zübeyde, dedi, dönüş yolunda. İkindi devrilmişti çamların ardına. Bu kitaplar çok değerli kızım. Çok büyük adamların kitapları bunlar Zübeyde, elleriyle yazmış insanlar. Bunlar sana emanet. Bu kayayı iyi belle. Eğer sağ kalırsan bir gün bunları buradan çıkar. Benim sana öğrettiğim gibi sen de çocuklarına öğreteceksin okumayı, yazmayı.

            Bir nefeslik canı kalsaydı anlatacaktı Yusuf’una her şeyi. Sivri kayayı. Geç kalmıştı. Yunan’ın yapamadığını hayat yapmıştı Zübeyde’ye. Bir amca ve bir baba feda ederek Yunan’ı yenmişti de kafasında, hayata yenilmişti. Kulağında nal sesleri, kulağında kişnemeler… Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin ezanlara karışan fetvası kulaklarında. “Korkmayınız… Meyus olmayınız… Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz.” diyor bir ses. Yaşandığına inanılmaz zamanlardan kalma. Kah Müftü Ahmet Hulusi Efendi oluyor fetvayı okuyan kah dedesi Kur’an okuduğu, türkü söylediği gırtlağıyla… 

            Cumhuriyet, dediler bir zaman sonra köyde. Muhtar, Yunan’ın İzmir’den kovulduğu günlerdeki kadar sevinçliydi o günlerde. Her cuma minareden Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin fetvasını okuduğu günler çoktan geride kalmıştı. Kemal Paşa diyor da başka hiçbir şey demiyordu köydekiler. Cumhuriyet ilan edilmiş, dediler bir gün. Zübeyde düşünüyor o vakit uzun uzun. Nedir cumhuriyet, diye soruyor kimileri. Devletin bizi insan yerine koyması, diyor muhtar. Fındıklı Dere’ye dalıyor uzun uzun. Zübeyde’nin gözü muhtarın Trablusgarp’ta bıraktığı olmayan koluna ilişiyor. Köyde bir hüzünlü sevinç. Cumhuriyet, diyorlar iyi bir şey olmasa Kemal Paşa ilan eder miydi?

            Yusuf çenesini annesinin saçlarına hepten gömmüş. Sesini de gömdüler sanki varlığından haberdar olmadığı bir sivri kayanın dibine, hiç görmediği bir küpün içine… Zübeyde, bu suskunluğu bir de yengesinde görmüştü, tanıdı. Kulağında nal sesleri, kişnemeler… Bir toz duman beraberinde. “Korkmayınız… Meyus olmayınız…” diyor sarıklı bir ses. Zübeyde korkuyor. Cumhuriyeti düşünüyor. Cumhuriyetin neden bu yoksul köylere bir türlü gelemediğini, kendi hayatına neden bir türlü gelmediğini. 

            Kulağında nal sesleri, ölümle yaşam birbirine karışıyor. Yenik bir hayat kalıyor oğlunun sağ kolunda, aciz yatan. Kulağında ağıta benzer bir türkü. Ezanla türkü birbirine karışıp bir fetvaya dönüşüyor:

“Zobalarında guru da meşe yanıyor efem…”